Friday, May 4, 2012

35 Yaş Krizi

Şu son 5 yıldır hep söylediğim bir şey var:

Ben 30'ları çok sevdim!

Şaka değil!  Gerçekten de 30'larımda kendimle daha barışık oldum. Neyi isteyip, neyi istemedğimi daha iyi anlar oldum ve bunu dile getirmekten de çekinmiyorum artık. Kimseye gereksiz yere katlanmak zorunda hissetmiyorum artık kendimi. Kimseyi yargılamamaya çok özen gösteriyorum. Karşımdaki -kulaklarınızı kapatınız: "adi şerefsizin önde gideni" bile olsa, yargılamamaya çalışıyorum! Aileme daha fazla önem ve özen veriyorum. Eskisi kadar arızalı bir cadı olmamaya özen gösteriyorum (ailem için en azından :-P). İnsanların içindeki iyiyi görmeye çalışıyorum. Kötüyü görürsem de, kafamı çevirip, üzülmeden, yoluma devam ediyorum. Yaptığım hataların, verdiğim yanlış kararların pişmanlığını artık yaşamıyorum. Kendime karşı acımasız olmayı bıraktım artık. Neden böyle yapmışım, neden bunu demişim gibi cümleler sarf etmemeye çalışıyorum. Yanlış anlaşılmaktan korkmuyorum, kendimi anlatıcam diye de debelenmiyorum galiba.. eskisi kadar en azından :)

2.Raud'a hazır, full konsantre, hayatın içine cup diye dalmaya hazırım her zamankinden fazla!

Bütün bu "olgunlaşma" sürecine paralel olarak, belki de NY'a taşınmış olmanın verdiği rahatlıkla, veya İtalyan'ların renklerle olan barışıklığı sayesinde, gardırobumun ana parçaları değişmese de, kendimde bir başka değişklik de seziyorum hafiften...

Mesela gözüm renklere takılır oldu şu son dönemde. Tamam, kabul ediyorum bu sezon zaten nereye baksan renk, renk, renk görüyorsun ama, onun da ötesinde içimde bir RENK cümbüşü var ki ortaya çıkmak isteyen, hiç sormayın!

Bu renk cümbüşünün üzerimdeki etkisinin en güzel örneğini vereyim size mesela:

.... Severek aldığım babetlerim çok kötü ayak kemiği çıkarmaya başladığı için, sırf o izdiraptan kurtulmak için bir dükkana girdim Ankara'dayken.

Günlerden de Doğum günüm hani! Kapı gibi 35 olmuşum artık ! Yolun yarısı işte! Daha ne olsun?

Ancak... Ayakkabı mayakkabı göremeden, mercan kırmızısını güneş sanan zavallı kanatlı bir yaratık gibi, karşı koyamadığım bir güçle o muhteşem renkteki cekete doğru mıknatıs gibi çekildim bir anda !

Gözlerim Yüzüklerin Efendisin'deki Gollum'un yüzüğe baktığındaki gibi kocaman olmuş, parıl parıl parlıyordu adeta!  Hiç tereddüt etmeden hemen giyiverdim MERCAN rengi deri ceketi!

Benim olmalıydı o! Benim! Kıymetlimssss!!! Benim!!!

Kendi kendime verdiğim 10 dakikalık bir iç mücadele sonucu, bütün irademi kaybederek "paketleyin o ceketi!" cümlesi çıkıverdi ağzımdan.

Eve giderken yol boyunca, Gollum'un yaşadığı iç çekişmelerin aynısını yaşadığımı hissetim:

Benim olmalı, benimmm!! Kıymetlimssss! 


Hayır, olamaz, ne yapıyorum ben! AMA o MERCAN kırmızısı! Giyemezsin sen onu! Mahveder seni o kırmızı!!


Hayır!


Evet!

Annemin onayını almam gerekiyordu acilen. Birisi beni rahatlatmalıydı!

Annemden beklediğim cevabı alamamış olmanın üzüntüsüyle, bu sefer Koca'ya bir foto yolladım ivedilikle !

Koca'dan  da tatmin edici olmayan, pek diplomatik bir cevap alınca, son çareyi kamu oyu yoklamasında buldum:

"Ey sevgili dostlar, söyleyin bakalım bu MERCAN rengi deri ceketi (ok, kırmızı işte!) giyebilir miyim sizce? Yakışır mı? Kaldırabilir mi tarzım bu rengi?"

Sosyal medyada aldığım her olumlu cevapta mutluluktan dört köşe olan ben, bir yandan da hala annesinden onay almaya çalışan eşşek kadar olmuş bir doğum günü çocuğu olarak: "Bak anne, sen anlamıyorsun... Moda bu renkler, moda! Hem bu yaşta giymicem de ne zaman giycem? New York'ta millet neler giyiyor, ben mi bir kırmızı ceketi giyemeyeceğim? Hmpfff.. Çok yakışmış, bak! Öyle diyor arkadaşlarım...!" diye haklı çıkarmaya çalılıyordum kendimi :-P

Arada bir iki "olmamış" cevabı alsam da, hiç moralimi bozmadım, ceketimden de vazgeçmedim!

Aradan bir hafta geçti..

Malesef Ankara çok sıcak olduğu için ceketimi tek bir akşam giyebilme fırsatım oldu. New York'ta telafi ederim artık dedim, ama ayak bastığımda iğrenç bir havayla karşılaştım burada da..

Bu sabah ise, hevesle ceketimi giymeyi düşünürken, sevgili kocamın ağzından şöyle bir cümle çıkıverdi:

"O gün doğumgünün olduğu için birşey demedim ama.. 35 yaş krizi ceketi almışsın kendine tam anlamıyla!"

Şok!

Bu sefer gözlerim şaşı, kalakaldım resmen!


Neyse ki bizim andropozumuz yok, olsaydı herhalde Pretty Woman çizmelerine yapışıverirdim bu sefer de !!


Krizin bana kazandırdığı ikinci alışverişimi görünce nasıl bir tepki verecek merak ediyorum :-)

Hem mavi, hem martılı (hem de kemik çıkartmayacak cinsten!)


Gittim, kazandım, kaybettim, geldim..

Veni vidi vici durumunun biraz karmaşığını yaşadım geçen hafta Ankara'da.

Tr'ye gittim mutlu oldum
Annemleri ve abimleri gördüm mutlu oldum
Çalıştım, paramı kazandım mutlu oldum

Herşey buraya kadar çok güzel di mi? Bence de güzel, hatta daha da güzeli oldu. Durun anlatayım da hep beraber gülelim:

Brüksellahanası Ankara'Lı olduğu için, üniversite senelerinden kalma bir alışkanlığını her gittiğinde muhakak yerine getirir: güne radyo odtü'yle başlar, eve radyo odtü dinleyerek döner her akşam :)

Bu sefer, kendi evimde kalmak yerine baba evine taşındığım için  bunlardan ilkini yerine getiremedim (onun yerine her sabah babamın güne başlarken çaldığı farklı farklı klasik müzik dinletileriyle uyandım, bangır bangır!-ama keyifliydi çok), işte ikincisini de günlük koşturmalarımız arasında trafikte geçirilen zamanda bol bol yaptım.

Hatta öyle bir yaptım ki "Eve dönerken/Bir Bahar Akşamı" programını arayarak canlı yayınlara bile katıldım...

Hikayemiz şöyle başlar: Bütün bir gün doktorlarda geçmiş (amerika'da çok pahalıya ondan!) rutin kan tahlilleri, tiroit ölçümleri vs derken Ulus'ta esnaf lokantaları teftişe çıkılmış, günü bitirmiş babişkomla eve dönüyoruz...

O da ne?  9 Mayıs Avrupa Günü vesilesiyle Avrupa Gezisi veriyormuş Radyo Odtü şanslı 9 çifte!

Sohbet konusu ise "hadi gittiniz Avrupa'ya (herhangi bir şehrine), yapacağınız ilk şey ne olur peki?

İçim kıpır kıpır dinliyorum. Roma'yı hayal ediyorum kafamda. Yeniden ayak basacağım günü canlandırıyorum zihnimde.. Bilek burkan arnavut kaldırımları, pastel tonlarındaki şehir, borghese parkı, binaların dökülmüş sıvaları, palmiye ağaçları, heykelleri, çeşmeleri, taze bufalla mozzarella'ları geliyor gözümün önüne...   Vespa'nın üstünde yüzüme vuran rüzgarı, fıstık çamlarının kokularını, palmiyelerle oynanan gölge oyunlarunı hayal ediyorum film şeridi gibi :)

 Öylesine özledim ki, İlker'e bir sabah bu yaz bir aylık İtalya'ya gitsek mi acaba derken bile buluyorum kendimi! Amerika Kıtası bizi beklerken, benim aklım fikrim hala Toskana'da, Amalfi Kıyılarında, fesleğenli buffala mozzeralla'Larında... Ayıp di mi? Evet, farkındayım! Yeter artıK!

Olmuyor.. dayanamıyorum! Aramam gerekiyor! Programa katılıp Roma'ya ayak basacağımda yapacağım ilk şeyi anlatmam gerekiyor! Roma sevgisini paylaşmam gerek!!!

Niyetim yarışmaya katılmak değil. Hatta telefonu çevirirken ben yarışma için değil ama Roma'da muhakkak yapılması gerekeni söylemek için arıyorum demek istiyorum..


Daha geçen günlerde bir arkadaşıma artık dünyanın her köşesinde türk gençleriyle karşılaşmanın verdiği mutluluğu anlatıyordum, artık bizler de millet olarak dünyayı tanımaya başladık. Gezebiliyoruz, ufkumuzu genişletebiliyoruz! Bu genç nesiller için paha biçilmez bir deneyim, okullarda, kitaplarda öğretilemeycek bir şey bu! Ben şanşlıydım, çok gezdim...

Ama insanoğlu işte... iki saniye sonra bu düşüncelerimi bir anda unutuveriyorum ve "ben yarışmaya katılmak istemiyorum" diyemiyorum...belki bilinçli olarak belki de bilinçaltım engelliyor beni. Bilemiyorum...Söyleyemiyorum ama...

Cep telefonumun şarjı bitmek üzere, ben de ev telefonundan arıyorum. Biraz bekletildikten sonra alıyorlar beni canlı yayına.

Kakara kikiri derken...

Rooooma! 
Vessssspa! 
Vızır vızır dolaşın vespanın üzerinde labirent gibi sokaklarında diyorum! 
Ah Roma, vah Roma!!!  diyorum da diyorum!!! :))) 

Kapatınca çok önemli bir görevi yerine getirmişcesine kendimle gurur duyuyorum ve koşarak annemlere anlatıyorum olan biteni. Gene onlara da aslında yarışma için aramıyordum ama diyorum... Aman, zaten bana da vermezler ödülü diyorum...

Sonra ev ahalisinin karnı acıkmaya başladığı için ve bizim evde (benim ev, hani kimsenin kalmadığı ev) yiyecek birşey olmadığı için, toparlanıp annemlere doğru yola çıkıyoruz.

Evde, mutfağa girince açıyorum internet üzerinden Radyo Odtü'yü... Tam da çekilişi yapıyorlar.. Kazanan şanslı kişinin ismini söylemeden çeviriyorlar telefon numarasını.. Birincisinde evde kimse yok galiba diyorlar, bir daha deneyelim diyolar. Gene çeviriyorlar numarayı...

Kulağıma bizim evin telesekreter mesajı ilişiyor..

Basıyorum çığlığı: HAYIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIR!!!!!! OLAMAZZZZZZZZZZZZZZZZZZ!!!!!

Ben neden ev numarasını verdim ki?? Hayatımda hiç bir zaman vermediğim numarayı neden o an verdim? Kafamın içinden binbir tane düşünce aynı anda geçiyor: Olamaz, ben kazanmışım, ama neden beklemedim ki çekilişi!! Anne, baba!! Avrupa'ya iki kişilik bileti ben kazanmışımmmmm diyorum heyecanlı,ağlamaklı ve histerik bir ses tonuyla!!!

Bir yandan da, dinlemeye devam ediyorum. Bir kişiyi daha arıyorlar benden sonra, o da bakmıyor telefona.

Üçüncü kişiye sonunda ulaşıyorlar!! Haklı olarak basıyor mutlu kazanan çığlıyını !!!

Ben ise, azcık hüzünlü ama bir yandan da kısmete inanan biri olarak, niyetin zaten gitmek değildi ki Aslı diyorum. Ama insanoğlu işte.. içten içe öyle bir de pişmanım ki ev telefonunu verdiğime :))

Olsun, ben çok gezdim. Benim kadar mutlu olsun yerime gidecekler de; onlar da varsın tadına gezmenin, yeni şeyler keşfetsinler diyorum...

Şansıma gülüyorum! Ben Radyo Odtü'den çok şey kazanmıştım zaten.. Yarın gene ararım, gene kazanırım birşey diyorum...

Hikayenin sonucu ne mi? Şansına inanacaksın.

Ertesi hafta, doğum günümde, tekrar arıyorum aynı programı. Bu sefer de konser bileti kazanıyorum! Gidemeyeceğim bir konser bileti ama olsun, arkadaşlara vericem zaten  :))