Monday, September 20, 2010

before/after...


Before: 


 After...

Roma'dan Ankara'ya gelmek tahmin edildiği gibi ZOR oldu.

Saturday, September 11, 2010

Domo arigato Murakami-san

Sonunda teeeee plajda okumaya başladığım, Ankara'da, Bakü'de ve Roma'da kapak bile açmadığım (aaa pardon son 2 gün gene bir yerlerde bişiler beklerken cappuccino eşliğinde epey bir okuyabilmiştim :)), neyse ama israrla çantamda taşımaya devam ettiğim VE sonunda dün gece bitirebildiğim Norwegian Wood'u ŞİDDETLE tavsiye ederim.

Bende uyandırdığı duyguları tarif etmek istiyorum ama edersem kitabı anlatmaya başlarım ve bunu hiç istemiyorum. Diyebileceğim tek şey: Uuzun süredir okuduğum en güzel romandıOKUYUN!  Çok güzel bir dille yazılmış, keşke japoncam olsaydı da orijinal dilinde okuyabilseydim...

Japon yazar Haruki Murakami ile bu kitabı sayesinde tanıştım- geç bile kalmışım bence- ve diğer kitaplarını okumak için sabırsızlanıyorum dersem abartmadığımı bilin :))

Yarın uzun bir otobüs yolculuğu beni bekliyor ve bavulumda okunacak 2.kitap olarak yanımda taşıdığım "Platon bir gün kolunda bir ornitorinkle bara girer..." var. Birkaç sayfa okudum ama Murakami'den sonra kesmedi.. yok, valla kesmedi. Aynı ayarda, aynı güzellikte bir roman istiyor canım.. Hatta mümkünse derhal bir Murakami daha okumak istiyorum!! 

Ankara'ya varır varmaz önce oyumu kullanıp sonra kendimi Remzi kitapevine atacağım...

Bonus: Bu sene çekilen filminin trailer'ı..  tadımlık :)) ( Fena gözükmüyor valla)



Alakasız Blogcu Notu: Şimdi tarihi yarı final için 12 dev adama hazırlık yapma vakti geldi :)) Heyecan doruktaaaaaaaaaaaaa!!

Tuesday, September 7, 2010

One Night in Trastevere...


Bu yeni keşiften bahsetmezsem çatlarım!!

Artık yavaş yavaş "turistler"in azaldığı güzeller güzeli Roma'da, biraz daha rahat adım atarız diye, Cuma akşamı Trastevere'ye gitmeye karar verdik.

Vespa üstünde ilk haftamı da atlattıktan sonra, dedim artık vızır vızır akan centro storico trafiği bana mısın demez! ;)) Tabii... alıştım alışmasına, ama gene de "amanin çarptık" diye yusuf yusuf diye tabir ettiğimiz anlar da yaşadım. Bişicik olmadı Allah'a şükür, arabaların dikiz aynalarına dokunmadık bilem :-P

Neyse, kendimce "Roma'da Roma'lı gibi yaşa" felsefesini 120% benimsedim ya, o yüzden ben de İtalyan kadınları kadar süslü olabilirim diyerek çektim altıma stilettolarımı, giydim üstüme sigara paça pantolonumu ve atladım sevdüceğümün arkasına (kırmızı kaskımı da taktım tabii ki! ;))

Vzzzzzz, vzzzzzzzzzz diye 30 dakikada şehir merkezine vardık varmasına. Fakat yanlış saptığımız için korkulu rüyam Piazza Venezia ve Colosseum'un trafiğinde bulduk mu kendimizi? Kapadım gözlerimi, istifimi hiiç bozmadan, sarıldım sıkı sıkı... 

Neyse, sonunda kazasız belasız vardık Ponte Garibaldi'ye... Vardık tabii ama sen misin süsleneceğüm diye tutturan? Ben de giyerim topuklu- hmmpff, ne olcak ki? diyen.. Aldım mı boyunun ölçüsünü!! Hani gene alışığım Brüj'ün ve Brüksel'in arnavut kaldırımlarında yürümeye. Ama yok anacım, Trastevere'nin yolları bir başka..  Topuğunu kaptığı gibi, bileğini de kıran cinsten bunlar! Eeee, bütün havam bir anda tıııııs diye sönüverdi ve bulduğumuz ilk ayakkabıcıya daldık. Neyse, kaç zamandır dükkan dükkan dolaşıyorum, kendime güzel bir babet bulma ümidiye ( aslında güzellerini gördüm ama ilker yassssah koydu.. Neymiş? Evin her köşesinden babet fırlıyormuş..) Her işte bir hayır vardır ya, (valla siyasi mesaj kaygısı yoktu :-P), acı maceramın sonu tatlıya bağlandı ve 35 euroya çok tatlı bir babet aldım çıktım! Yihuuu !!!

Bu küçük aksaklıktan sonra Trastevere kazan biz kepçe, iğne atsan düşmez sokaklarda dolana durduk. Aç karnımızı doyurmak isterken Roma'nın tatsız tarafıyla da tanıştık: Efendim 2 kişi 2 ana yemek, bir kişi tatlı, dördüncü kişi de sadece bira içtiği için boş olan masalarına (toplam 3 boş masa vardı) bizi otutturmayan sevgili restoran sahibi, seni esefle kınadık, kıl şey :-( Bak ismini unuttum yoksa kara listeye alınması için afişe ederdim. Zaten adamın kendisi arızaya çoktan geçmişti, suratsız mı suratsız, sanarsın PMS... Yazık ilker bir dellendi, ben ise  "ahanda Belçika'dayız" dedim... Ama canımızı sıkmadan biraz daha ileride, Bumbum Bar'ın dibindeki Pizzeria Nerone'ye girdik ve odun ateşinde pişmiş lezziz pizza yedik (ya çok açtık ya da gerçekten de Roma'ya geleli bu kadar güzelini yemedim). Sohbet güzel, patron tatlı mı tatlı, yemek enfes, hizmet hızlı, fiyat desen çok uygun. Sevdik biz bu pizzacıyı, yolunuz düşerse quattro fromaggi'sini deneyin derim. Üstelik söylemiş miydim bilmiyorum ama, Bum Bum de Mel'in hemen dibinde :D
(Pizzeria Nerone; del Moro 43, Trastevere'nin göbeğinde 00153 RomeItaly- tel: 003958301756 )


Bum Bum de Mel, was ist daSs ?



Aaaaaaaa !!! Gecemizi tatlandıran, güzelliğimize güzellik katan muhteşem bir Brezilya barı.

Yukarıda tükkanın sabihi Ana barın başında kokteylleri hazılıyor :)

Bum Bum'a yaklaşırken birden burnunuza taze meyve kokuları geliyor, çilek, nane.... Kahkahalar yükseliyor giderek...Fonda çalan bir samba havası derken... Bum Bum'un önündeki kalabalığın içinden, akıntıya karşı yüzen bir somon edasıyla, hem çok estetik olmaya çalışıp hem de canınızdan bezmiş bir şekilde geçmeye çalışıyorsunuz.. Ama kokular sizi çoktan esir almış. Oradan bir adım öteye gitmek istemiyorsunuz... Adeta büyülenmiş bir halde kendinizi o küçücük bara doğru yönlendiriyooooorrrrrr,  fakat, bi saniye! Nedir bu fişler, bu kuyruk neyin nesi?

Bülbül gibi şakıdığım İtalyancamla hemen sırada bekleyen birisine nedir buranın olayı diye soruyorum.  (söylediğime inandığım cümle: "Afedersiniz, buradaki sistem nasıl çalışıyor?" Ağzımdan çıkan kelimeler: Ben var gitmek, içki, nasıl ödemek? )

Önce sıraya girip içki siparişini veriyor  ve ödemeni yapıyorsun. Onlar da eline bir numara tutuşturuyorlar (siparişlerin de yazdığı -sonra gözüme mojito daha güzel geldi, ben aslında mojito istemiştim gibi mızıkçılık olmasın bak, darılırım haaa ;)).

Veee sen de İtalyan gençliği gibi, başlıyorsun sokak muhabbetine. Bekle anam, bekle... (oturacak yer de yok).  Neyse ki, kendimizi Trastevere'ye muhteşem uyum sağladığımız, yerel dokunun adeta bir parçası gibi hissettiğimiz için, ayaklarımıza kara suların inmesi, belimizin ağrıması bize vız geliyor. Gururlu bir şekilde cakamızı ata ata, biz de Roma'lılar gibi bekliyoruz ;-)) Beklerken de İtalyan erkeklerinin kaş alma sevdalarına kültürel bir boyuttan bakarak, anlam bulmaya çalışıyoruz.

Velhasıl kelam, 30 dakikayı geçen bir beklemenin ardından, ikişer ikişer verdiğimiz siparişlerimize kavuşuyoruz :-))) Ve işte:  Caipifragola! (çilekli caipirinha).

Biz de yerel olduğumuz için artık, Bum Bum'un önündeki 3 masadan birinin boşalmasını beklemeden aldık çilekli caipirinha'larımızı elimize, gittik Santa Maria in Trastevere Kilisesi meydanına :)  Sohbet zaten keyifli, mekan desen heryer tarih kokuyor, cıvıl cıvıl bir gençlik. Oturduk havuzun başına, sırtımız ıslansa bile keyfimizi bozmaya yetmedi. İçkileri tarif etmemi beklemiyorsunuz di mi? E peki :


MUHTEŞEM ÖTESİYDİ ! 






Allora,  Roma'ya gelindiğinde Trastevere'ye zaten gidilecek, el mahkum :-) Gidildiğinde de Bum Bum de Mel'den artık canınız o an ne istiyorsa alınacak!  Ve İtalyan gibi gözükmek istediğiniz için, ya elinizde kokteyliniz hemen oracıkta muhabbete dalacaksınız, ya da ben totomu bir yere koyayım artık dediğiniz için, meydandaki havuzun başında içkilerinizi yudumlayacaksınız. Kapiş? ;-) 

2 nolu foto kaynak

Monday, September 6, 2010

Paolo Conte- Via Con Me

Paolo Conte'yi babamın eve getirdiği Aguaplano albümü sayesinde keşfettim ve o gün bugündür çok severim. Sesindeki derinlik, vurguları, müziğinin kendisi.. Bence çok başarılı bir sanatçı!! Herkese tavsiye ederim, tanışın bir :)

Onun dışında, geldiğimizden beri evdeki radyo sürekli açık (RADİO SUBASİO), fonda hep italyanca şarkılar çalıyor. Anladığımız yok tabii ama baya da bildiğimiz İtalyanca şarkı varmış onu fark ettik.  Eros'u zaten hepimiz biliriz, severiz.. Sanırım Adriano Celantano'dan sonra İtalya'yı en iyi tanıtan şarkıcılardan :) Nedense eski şarkıları bile hala kulağa güzel geliyor, eskimeyen melodiler işte :P (nasıl da bilir kişi gibi sallıyorum :D) (bkz: Se bastasse una canzone)

Bir diğer severek dinlediğim İtalyan şarkıcı Zucchero'yu da  lise yıllarında İtalyan arkadaş keşfettirmişti. İsmini şimdi tam hatırlamasanız bile Senza una donna desem, Baila morena desem??



Her gün yeni bir şarkı ilgimi çekiyor ama bir türlü ismini yakalayamıyorum, ya önce vermiş oluyorlar ya da dur bu sefer kaçırmayacağım dediğim de bile, kaçırıyorum!!!

Kısa bir italya tadı bıraksın kulaklarınızda diye Paolo Conte'nin en meşhur şarkılarından Via Con me'Nin canlı konser versiyonunu koydum. Bilmem Meg Ryan'nın, Kevin Kline ile oynadığı French Kiss filmini hatırlar mısınız? Geçen gün soundtrack'ten bir şarkıyı mırıldanarak uyandım, bugün Paolo Conte'nin yukarıdaki şarkısını ağzımdan düşürmüyorum- bu da soundtrack'te var.. Son olarak demek istediğim, bence her evde olması gereken bir Soundtrack. Çok keyifle dinleniyor.

Ciao!

Friday, September 3, 2010

Fotoğraflar...

Dün akşamdan beri elimizdeki tüm fotoğrafları dosyalamaya çalışıyoruz. İlker'in çekmiş olduğu ve benim hiç hatırlamadığım bir sürü resimle karşılaştım dün. Artık yarı-profesyonel bir fotoğraf makinesi almanın zamanı gelmiş, gerçekten de bana göre çok hoş kareler yakalıyor her seferinde. Hep hayatın içinden bir enstantane yakalamış oluyor :) Geliştirsin kendini çocuk.

Varsa tavsiyeleriniz makine konusunda çok sevinirim :)) Dış mekan çok çekiyor, portre merakı var.. ne biliim, hiç anlamam ben de :(

Bunun dışında bir şey daha fark ettim resimlere bakarken; yüzümden yaşımı okuyabiliyorum artık. Eskiden anlamazdım fazla, ya da pek de umursamadığım için midir nedir, böyle düşünceler aklımın ucuna bile gelmezdi. Şimdi ise her resmimde "Eee Aslı, artık yüzünde o çocuksu ifade yok, yaşanmışlığı okuyabiliyorum bakışlarından" diyorum kendi kendime.. Yüzüm oturmuş. Bakışlar değişmiş (kekoluk yapmadığım zaman). Garip. Alışamadım daha...

Seviyorum ama yaşımı, daha önce de yazmışımdır bunu, gerçekten de 20'lere geri dönmek istemem.. Eğer bir de yediğime içtiğime dikkat edebilsem, azıcık spor yapabilsem, sağlığıma yatırım yapabilsem :(

Neyse, fotoğraflardan çıktık yola, spor salonlarında bulduk kendimizi...

İtalya ile ilgili dikkatimi çeken bir nokta var aslında, burada herkes çok sağlıklı. 40'ınun üzerinde, 50'sindeki kadınların hepsi affınıza sığınarak söylüyorum, valla taş gibiler!! Bacaklar sütün gibi, kaslı ama tam kıvamında, bakım desen hepsi süslü ve bakımlı, kendilerini taşımaları da ayrı bir olay. Nasıl havalılar ve nasıl bir kendine güven sergiliyorlar anlatamam! Hayran kaldım resmen.

Günün her saatinde sokaklarda koşan insan görüyorsunuz.. Kadın, erkek fark etmiyor hepsi "FİT". E bu durumda da ne giyseler yakışıyor :))

Ben kendimi süslü bilirdim, yok kardeşim.. Burada valla sönük kaldım! Derhal alışverişe gidile, çivi topuk ayakkabı alına, mini mini etek giyile, saçları savura savura dolaşıla :)))

Eğer okuyorsa, kuzenim Selda'nın çoooook multu olacağı bir ülke burası :))) Kuzenin tarzı başından beri İtalyanmış da benim haberim yokmuş, kokoşum benim :)) Yakışıyor be sana :D

Hadi ben kaçar, dönmeden bir alışverişe veriim kendimi. Prada kesmedi (alamadık ki bişi!!)

Not: fotoları narsist olduğum için koymadım, sadece bu resimlerde işte: "ahanda ben büyümüşüm" diyorum.. sSzce de belli olmuyor mu o "oturmuşluk"?? Ben mi kendimi çok büyümüş zannediyorum yoksa? Amaaan.. işim gücüm kalamdı şimdi bir de bu mevzuya sardım.. Oofff...

Wednesday, September 1, 2010

Capri Style

Capri dediğimiz zaman herhalde kadınların ilk aklına gelen şu bilekten bir karış, hadi bilemedin iki karış yukarıda biten kapri pantalonlardır. Hani 60'larda, efendime söyliiiim sonra bir ara 90'larda, en son bir de 2000'lerde bir yerlerde tekrar moda olan nadide giyim parçası var ya, işte onlar...Şimdi görseniz, ıııyk diyebileceğiniz renklerde satılırdı bir de bunlar! (itiraf: bir üst modeli sigara paça pantolanlara laf söyletmem ;)) Neyse, lafı da bu kadar uzatabildiğim için kendimi ayrıca tebrik etmek istiyorum :).

Ok, devam:

İşte bu yazının baş kahramanı da, bu pantalonların ana vatanı olan Kapri Adasının ta kendisi! Şimdi bilmemek değil, öğrenmemek ayıp diye diye dünyada varlığımızı sürdüren bir canlı türü olduğumuz için kısaca Kapri Adasının İtalya'nın Akdeniz sahillerinde (daha doğrusu Tiren Denizi), Napoli Körfezinin güneyindeki Sorento yarımadasının ucunda bulunan bir ada olduğunu söyleyeyim. Adanın kendisi  tam bir engelli keçi parkuru olduğu için, Yunanca keçi anlamına gelen Kapros'tan türeyerek günümüzdeki ismini almış.

Efendime söyliim, bu minik Ada  şöhretini 50'lerin sosyetesi tarafından keşfeldilmeye borçlu, şimdi ise dünyaca ünlü birçok milyarder ve Hollywood yıldızları tarafından tercih edilen bir tatil beldesine dönüşüvermiş. Ve bizim gibi önemsiz koca bir turist grubu da her sene isminin cazibesine kapılıp Kapri'ye akın akın gitmeye devam ediyor...


E Sosyete diyen, yat der, butik hotel der, pahalı mekanlar der... ayol der de der...


Biz de birer no-name turist olarak ayak bastığımız bu tatlı Ada'da bir güzel pahalı yemeğimizi yedik (pahalı ve kötü!) Hemen ardından, kafamıza güneş geçmeden atalım kendimizi sulara diye niyetlendik, ama etrafta cup diye denize atlayacak mekan göremedik.. E be güzelim, dedik ya Keçi Adası, ne bekliyordun ki? diye sormadan da edemedim kendime bu milisaniyeler içinde!

Bazılarımız turistik gezilerin vazgeçilmez parçası Grotta Azzura'ya keşfe çıkmak istedi. Diğerlerimiz olabilecek en yüksek sezonda orada olduğumuzu düşünerek, "seni ben oraya başka bir zaman götürürüm, söz bak" diyerek, grup içindeki harmoniyi bozmadan en iyi fikrin hemen Marina Grande'nın yanındaki koydaki plaja gitmek olduğuna dair fikirbirliği oluşturdular. Ama oraya da tek ulaşım botlaymış ve gidiş dönüş 15 euro...

Herşey çok çabuk gelişti.... Plajdı, ulaşımdı derken birden kendimizi Dolce Vita'lara akarken buluverdik:

Şimdi kulaklarınızı dikip beni bir güzel dinlerseniz, siz de Capri adasında kendinizi Sophia Loren'ler, Grace Kelly'ler, hatta Victoria Beckham'lar gibi hissederek tatil yapabilirsiniz :)) 


Ada'ya ferry'le gelir gelmez, sağ taraftaki tekne gezileri standına gidiyorsunuz. Orada göreceğiniz kocaman Rent A boat - 2hours/90 Euro'yu takip ediyorsunuz. (web sayfası)


Sonra tinton bir kaptan amca, size tekne kullanmanın (artık bindiğimiz şeyin adı ne ise), ne kadar kolay olduğunu anlatıyor. Nasıl çapa atılır, hangi koylarda nereye yanaşabiliriz. Nerede rüzgar var, Marina'ya geri dönerken nelere dikkat etmemiz gerek falan filan, bütün bunları ziplenmiş şekilde 6 dakikada anlatıyor. Ehliyetini bırakıyorsun, seni teknene kadar eskort ediyorlar :)

Vrııııııııııııııııııııııııııııııııııın !!!!! Açılıyorsun Capri'nin koylarına!

İşte Hayat Budur. İlk bulduğun koyda, at çapayı ve dal dal dal dal !!!

Biz bu sefer acemi olduğumuz için sadece bardak ve bir iki şişe su almıştık yanımıza.Botların buzluğu da olduğuna göre bir sonraki sefer için meyve, atıştırmalık bir iki paket bişi veeee Martini veya Campari alalım yanımıza dedik! İşte o zaman tam Dolce Vita'yı tatmış oluruz.


Şimdi teknik detaylara geçecek olursak, bot kullanmak zor değil. Azıcık cesaret gerekiyor, hele bizim gibi yüksek sezonda kiraladıysanız bütün Capri açıkları vızır vızır tekne trafiği ile kaynıyor. Neyse, ilk kompleksinizi (saray yavrusu yatların yanına çapa atarsanız olacağı budur) aştıktan sonra, siz de adeta ananızın karnından tekneyle/botla doğmuş gibi bütün Capri açıklarında  usta kaptan gibi o koy benim, bu koy senin keyif yapacaksınız :)))


Dikkat etmeniz gereken şey, büyük ya da hız teknelerinin dalgasını en doğru şekilde yemek. En güvenli yolu, uzak durun :) Yanından geçmeyin :D

2 saat Capri'nin etrafında gezmeye hayli hayli yetiyor. Hiç durmadan giderseniz 20 dakikada yapılabilecek bir parkur. Ama biz sefamıza düşkün bir  grup olarak, bir saat daha uzattık turumuzu ve bize her ekstra saat için 30 euro alıyoruz demelerine rağmen toplam sadece 90 euro ödedik.

İki kişi olsanız bile, Capri'nin tanını çıkarabileceğiniz, İtalyanın bu güzel adasında kendinizi film karesinden fırlamış bir Sophia Loren, Grace Kelly veya Jackie O' gibi hissetmenizin en güzel yolu, buna benzer bir bot kiralamak olacaktır!

Pişman olmazsınız, güvenin bana :)))

Ciao!