Showing posts with label Lahananın Kütüphanesi. Show all posts
Showing posts with label Lahananın Kütüphanesi. Show all posts

Sunday, April 8, 2012

Kindle'in dayanilmaz hafifligi (ve New York'la barismamiz)


Ankara'dan ayrilmadan once, henuz okuyamadigim kitaplari tek tek elime alip, okyanus asiri goturmeye deger mi degmez mi diye uzun uzun dusunmustum. Kutuphanemizi, kitaplarimi ne kadar cok seversem seveyim aklima dusmustu bir kere e-kitap olayi.

Kabul etmeliyiz ki, bizler gocebeyiz. Hafif seyahat etmeyi ogrenmezsek, evimizi gereksiz esyalarla doldurmaya devam edersek, esyalarin kolesi haline donusmemiz an meselesi olacak (dekoratif esya, ve kiyafet, VE ayakkabi, ve, ve, ve!!!!). Her ne kadar kitaplari bu kategoriye sokmak dogru olmasa da, ortada bir gercek var: zaten gidilen her yerden kitap aliniyor, goturulenlere yenileri ekleniyor, bir oradan bir buraya tasiniyor, koyacak yer kalmayinca da hepsi geldikleri kutularda kaliyor :(( (En guzel ornek babamin 4 senedir acip yerlestiremedigi 20kutu kitabi!! Okumak istediklerini kutudan cikariyor, okuyor, sonra Piza kulesi tarzi her an yerle bir olacak kuleler halinde ust uste diziyor!) Bu bize iyi bir ders olmaliydi. Sabit bir evimiz olmadikca, genislemeye musait bir kutuphanemiz olmadikca, alinan her yeni kitap ust uste dizilmeye ve unutulup toz tutmaya mahkum olacak... 

İste sagduyu mu dersiniz, aklimizin basina gelmesi mi bilemem ama bu bilinclenmenin ve teknolojinin mukemmel is birligi sayesinde okuma sevgimizi (tutmayin beni okuyacagim!!) bir sonraki asamaya tasiyabildik, ve ailecek Kindle'lendik  :)))

Bizim aldigimiz donem Kindle Touch yeni cikmis sayilirdi ve dokunmali ekranlara bu kadar alistiktan sonra klavye ve tuslara geri donmek cok cazip olmadigi icin, bizim icin bicilmis kaftandi :) Rakipleri arasinda neden Kindle'i sectik diye soracak olursaniz, sanirim Amazon guvencesi diyebilirim.  

Kindle ve diger e-kitaplarin en buyuk ozelligi e-murekkep kullaniyor olmalari. Bunun sayesinde, tabletlerin aksine, arkadan gozu yoran bir isik olmadigi gibi, ekranlari kitapseverlere gercek kitap sayfasinin goruntusunu aratmiyor. Bir baska guzelligi, İngilizce sozlugunun standart olarak yuklenmis olmasiyla, bilmediginiz bir kelimenin uzerine tikladiginiz anda anlamina ulasabiliyor olmaniz :) 

Dedigim gibi, bizler gocebeyiz ve surekli hareket halindeyiz. Bu yuzden dunyanin herhangi bir yerinden bir (iki, uc, dort, bes…) kitap alabilmek ve kitaplari kindle'iniza indirebilmek, ve bunun icin internet baglantisi odememek gene bizler icin ayri bir arti oldu. Eger, sabit bir hayatimiz olsaydi, 3G'lisini almaz, sadece wifi secenegi olani alacagimizi da rahatlikla soyleyebilirim. 

E-kitaplar genellikle basilmis versiyonlarindan daha ucuz oluyor bir de, ama daha da guzeli dunya klasiklerini kindle'iniza bedava indirebiliyor olmaniz.

Kindle'i ilk elime aldigimda heyecandan ne okuyacagima, ne indirecegime bir turlu karar verememistim… Ben de Great Gatsby'den sonra hastasi oldugum F. Scott Fitzgerald'in diger eserlerini indirmeye karar verdim... Hepsi bedavaydi ne de olsa ;)) Gene benim gibi kararsiz ve heyecanli okuyucular icin, her kitaptan birkac sayfa ornek yuklenebilmesi cok ise yarayan bir baska ozellik diyebilirim. Boylece kitabi almadan, birkac safyasini cevirip sizi sarip sarmayacagini karar verebiliyorsunuz :)

Son olarak, Amazon Kindle hesabiniza akilli telefonunuzu, tabletinizi ve evdeki diger kindle'lari da ekleyebiliyorsunuz (ortak hesap yaptiysaniz tabii :P). Bu sekilde her yuklenen kitaba diger aygitlardan da erisiminiz oluyor. Dahası, baska kindle'lardan kitap odunc alabiliyor ve odunc verebiliyor olmamiz :) 

Malesef e-kitap olarak Turkce eserlerin sayisi yok denecek kadar az ! Bu da benim icin tek kelimeyle su anlama geliyor: hamallik!!! Neyse…

--- Perde ---

İkinci konumuza gececek olursak: Cirkin ordek yavrusundan neredeyse guzel bir kuguya donusecek olan New York, New York ;))

Edward Rutherfurd'un New York'u anlattigi kitabini buraya ayak bastigim hafta duymustum. Bir arkadasimiz hararetle tavsiye etmisti, ama sanirim o donem pek kitap doneminde degildim (e sifirdan ev kurmak, yeni bir sehre alismak falan derken aklinizdaki son seylerden biri kitap keyfi oluyor, hele ki oturacak koltugunuz bile yoksa, hic mi hic yanasmiyorsunuz o konuya) 

Bir de bazen oyle bir donemden gecersiniz ya, hangi kitabi alirsaniz alin, gene de onu basucunuzda beklemeye mahkum edersiniz. Hele bir de kitabin 800kusur sayfa oldugunu dusunecek olursak, gozunuz de korkar... ve elinizi bile surmeden yanindan, caktirmadan, ama kacar adimlarla uzaklasirsiniz (hatta gozlerinizi de kacirirsiniz... sanki gozunuzden utandiginizi anlayacakmis gibi -kitapan bahsediyorum hala evet :P) 

İste bu yuzden Edward Rutherfurd'un New York'un hikayesini anlatan romanini okumama daha vardi...

Sonra bir aksam, ev isleri neredeyse bitmis (hala duvarlar ciplak ve gozume cok batiyor ama neyse..) ve artik ayaginizi uzatip uzerinize battaniyenizi cekebileceginiz bir koltugunuz da olmus, tek eksigim soyle guzel mi guzel bir roman diye dusunecek kivama gelirsiniz :)

İste oyle bir aksam, indirmis oldugunuz ornegin ilk pragrafini bile bitirmeden "ben bu kitabi bir solukta okurum arkadas" dedirten cinsten bir kitap bulursunuz!!

Hakikaten, indirmemle birlikte ilk 100 sayfasini okumam bir oldu.

Birden, onumuzdeki 3 seneyi gecirecegim sehrin benden saklanan hikayesini kesfetmis gibi hissettim. Okudugum her sayfayla, gizli kalmis bir guzelligini kesfeder gibi oldum. Dunyanin geri kalaninin aklini basindan alan bu sehir, nedense benim icin ilk baslarda pek bir heyecan vesilesi olamamisti (İtalyan sevgilim, ROMA, buna izin vermiyordu bir turlu!!-cok kiskanctir da kendisi :P) Ama Rutherfurd'un kaleminden gercek olaylarin etrafinda New York'un, New York'lunun nasil sekil aldigini okumak yavas yavas eski sevgilimi gecmiste birakmaya zorluyordu adeta beni.. Zincirlerimden kurtuluyor, dolastigim caddelere farkli bir gozle bakmaya baslayabilmistim sonunda…

Yeni bir heyecanla, merakla ve hevesle kendimi New York Sehir Muzesinde daha fazla bilgi pesinde kosarken buldum!

Topu topu 400 senelik bir tarihi olan bu sehre, Rutherfurd'un romani sayesinde kanim isiniyordu sanki !

860 sayfalik bu romani normal olarak yanima alip tasimayacagimi da ozellikle belirttikten sonra, Kindle olmasaydi, bu tasima olayi bana zulum olacagindan almaktan bile vazgecebilirdim sanki... Su an ise, aman kaptirip okurum, sakin simdi bitmesin diye de kindle'imi nadasa yatirmis durumdayim (onumuzdeki hafta Turkiye'ye gidiyorum da, malum yolum uzun :P).

Uzadikca uzayan bu blog yazısını su sekilde noktalamak istiyorum:


Ey edebiyat tanrilari! 
Bu romani kucagima, pardon, kindle'ima dusurdugunuz icin tesekkuru borc bilirim !

Ey teknoloji dehalari! 
Sayenizde 3500 kitabi 7,5 ounce'a, pardon, 213,5 grama sigdirdiginiz icin minnetarim size !



--- Lahana notu ---

Bahar'in gelmesiyle birlikte, Pazar Pazar calismak zorunda olan beyum aldi esyalarini central parka tasindi :) O isini yaparken, ben de blogumu yazdim :)) Yesilligin icinde cik cik oten kuslar, kovalamaca oynayan sincaplar, piknik yapan sevgililer arasinda guzel bir calisma oldu :)) Hmm, bak central park'in hikayesini de yazabilirim yakinda (hele bir once ir kitapta o bolume geleyim :P)



Tuesday, June 28, 2011

Deli kızın günlüğü


Kılımı kıpırdatasıım yok...

Sanırım bütün işler bitince kalakaldım birden. Ne yapacağımı şaşırdım. Dışarı çıkasım hiç yok. İç sesim ama şunu söylüyor: Deli misin sen? Roma'da evde mi oturulurmuş?? Valla oturulur. Ama artık Roma'nın en güzel yerinin olduğu, yani salondaki koltuğun olduğu evde değiliz (bkz Ponte Milvio yazısı), ama olsun, gene de evde sakin sakin oturmak istiyorum. Kılımı kıpırdatmadan saatlerce boş boş dijitürk seyretmek istiyorum. Ama evde kablo, çanak hiç birşey yok ki...

Tv olmadığı için ben de kendimi kitaplara verdim. Bir solukta, hüngür hüngür ağlaya ağlaya, Uçurtma Avcısını okudum. Ama bitmesin diye de kendimi okumamaya zorladım... Bir kitabı çok sevince, bitmesini istemiyorum. Bu sefer de ağırdan almaya başlıyorum ama bu da beni krize girmiş eroinmana dönüştürüyor :-/ Yok ağzımdan salya malya akmıyor, o kadar da değil :P Ama gene de komik bi durum çünkü bu krizi atlatınca bambaşka yeni krizlere giriyorum: Bir kere o kitabı bitirip tekrar "okumaya" başladım ya,  bu sefer de okuma dozumu tutturamıyorum ben.. O kadar çok kitaba boğarım ki kendimi, yarısı heba olur. Nasıl mı? Hepsinin ilk 10-15 sayfasını okurum, içlerine kitap ayraçlarımı yerleştiririm.. Bu arada, kitap ayracımı sevmezsem, kitaptan da soğurum (evet arızalıyım)... Sonra o kitaplar arasından bir sonraki "tek soluğu" bulduysam eğer, ona dalarım. Bulamadıysam, sıradaki en iyisiyle devam ederim. Ama aklımın ucunda almak istediğim ama "abartma aslı" diyerek bıraktığım diğer kitaplar olur. Bir yandan da başlayıp beklemeye aldığım diğer kitapları da merak ederim... Bunun sonucu, bu ruh halindeyken okuduğum 2.ci ve 3.cü kitaptan pek birşey anlamam.. Hevesim kursağımda kalır ve 4.cü, 5.ci, 6.cı kitaplar da heba olur işte..

Şu an 2.ci ve 3.cü kitap arasındaki geçiş sürecindeyim.. Allah akıl fikir versin!

----

Sıkıla sıkıla iş için  ve oyumu kullanmak için Ankara'ya gittim. Seviyorum Ankara'yı ama daralıyorum her gidişimde. Sanırım yapacak birşeyiniz olmayınca insan evinde, yurdunda bile duramıyor uzun süre.

İşin güzel tarafı ilk hafta abimle birlikteydim. Çok keyifli oldu ama ben gene cadılığımı yaptım. Cadı sesimi duyunca kendim bile korktum ve utandım. Neden hep sevdiğin insanlara çekilmez suratını gösterir ki insan? Arızaların en büyüklerini eşe, anneye, kardeşe yapmaz mıyız?

Roma'dan geldiğim akşam abim beni havalimanından aldı. Bu benim için çok garip bir durum çünkü 1 senedir hayatım havalimanlarında, uçaklarda geçmeye başladı ve Havaş'a o kadar alışmışım ki, birisinin beni havalimanından alması fikir olarak bile bana çok garip geldi :))

O akşam bir de ayağımızın tozuyla bahçede mangal yaktık, oooh mis gibi :))  Gece yarısında bütün mahalleyi mangal kokusuna boğmamıza rağmen ve o saate yediğim şişler yüzünden gözüme uyku girmemiş olmasına rağen, pişman değilim :D Gene olsa, gene yaparım!

Kitaplara geri dönüyorum, sallantılı bir viraj alıyoruz, kemerlerinizi bağlayın, koltuklarınızı dik konuma getirip, masalarınızı kapatınız lütfen. Virajın sonunda konuyu azcık toparlamış olma umuduyla, birazdan görüşmek üzere :))

Yukarıda zaten söylemiş olduğum gibi, Ankara'da elimden düşürmek istemediğim, bitmesin diye de birer sayfa, ikişey sayfa okuduğum Uçurtma Avcısının verdiği hazla,  gözüm dönmüş bir şekilde attım kendimi Remzi Kitap evine... Bu seferki krizimin kurbanları: The Other Hand (Küçük Arı), A Thousand Splendid Suns (Bin muhteşem güneş), Sunset Park, Lady Chatterley's Lover (Leydi Çaterley'in sevgilisi) ve Hava Kurşun gibi Ağır...

The Other hand'e Ankara'da başladım ve geçen gün (sonunda) bitirdim...Ama dediğim oldu gene:  2.ci kitap kesmedi beni :( Eksik kaldım gene Yok, yok yanlış anlaşılmasın aman.. Çok güzel bir roman, gene gözyaşlarımı tutamadan okudum ama kesmedi beni  işte bir türlü. Tabii, bu arada, ben gene Bin Muhteşem Güneş'in ilk 40sayfasını dayanamayıp okumuştum. Ve kendimce, okuma maratonumun son kitabı olmasına karar kılmıştım.. Uçurtma Avcısıyla aynı duyguları yaşattığı için hemen okuyup bitirmek, harcamak istemiyordum açıkcası.. Şu an karasızlık içinde, bir yanda, baş ucumda Sunset Park duruyor. Diğer yanda, salonda ise Leydi Çaterley'in Sevgilisi bana göz kırpıyor. Henüz hiçbirinin içine dalmış değilim.. Biraz daha sabretmem gerek galiba. Ya da yeni bir Murakami'ye mi geçsem gene?

Utansam mı, utanmasam mı karar veremedim bir türlü ...

Ama zorla bir kitabı sonuna kadar okuyamıyorum  ki ben, izdirap çekiyorum okuyamayınca da. Yemediğimiz ve arkamızdan koşan yemekler gibi, o kitaplar da kovalıyor beni ömrüm boyunca. Nedir bu suçluluk duygusu bilemiyorum. Haklarını yemişim gibi hissediyorum, güzelliklerini göstermeleri için az sabredip, 2.ci bir şans vermemişim gibi hissediyorum. Sanki diğer çocuklardan daha yavaş koşanın yarışını sonuna kadar seyretme zahmentine girmemek gibi, o ipi göğüslerken, o muhteşem finalini yakalarken benim sıkılıp, sabırsızlanıp sırıtımı dönüp gitmem gibi... Nedir şimdi bu? Ben anlamıyorum valla.

Kafayı kitaplarla bozmuş, bu garip halet-i ruhiye içinde, Roma'da, bu sıcakta gene burnumu dışarı uzatmıyorum.

Uzattığımda ise beni eve sokabilene aşk olsun (ayrı bir konu di mi bu gene? Off, tezatlık benim göbek adım!)

Vespa'nın üzerinde sıcak rüzgarın kıyafetlerin içinden püfür püfür eserek geçmesi; güneşin sırtımdan, kollarımdan, dizlerimden süzülmesi... O iğrenç ama bir o kadar güzel arı vızıltısıyla trafiğin içinden geçmek... Ağaçların gölgeleriyle kovalamaca oynamak, sağım klasik Roma, solum rönesans mimarisi diyerek vız vız gitmek anlatılamaz bir haz işte. Beni eve sokabilene aşk olsun :))) Beni Vespa aşığı yapanlar utansın. Ne hallere düşürdüler beni?! Bu sefer de vespa vespa diye krizlere giricem. Neymiş efendim, NYC'de Vespa'ya binilmezmiş. Racon değilmiş, karizma bozulurmuş }:-(

Hmpff!!!!

----

Haziran ayı da geldi geçti, 2011'in yarısını da arkamızda bıraktık. Şaka gibi!

Suzan Miller'in Haziran ayı burç yorumunu okudum. Eee ne demişler, fala inanma, falsız kalma :))  Haziran için bomba bir ay diyordu..

Mayıs için de öyle demiştin bak, iş güç muhteşem diyordun.. Tamam kötü değildi ama muhtşem denecek kadar da değildi hani.. Yoksa ben mi bunamaya başladım.. Hatırlamıyor muyum? Muhteşem bir şey oldu mu yoksa? Bir tek hiç beklenmedik bir iş çıktı karşıma, hem de Roma'ya geldiğim gün. Bu vesileyle, Roma'da da hiç çalışmadım diyemem artık :D

----

Bir sonraki uzun soluklu ve adam akıllı blog yazımı gene Vatikan Müzesine ama bu sefer Rafael'e adayacağım..

İnşallaaaaah! Maaaaaşallah tabii...


Aslında, geçen ay yaptığımız Vatikan Müzesi turumuz hem iyi hem de felaketti. Felaket kısmı bence rehberin iyi olmamasından kaynaklandı. Herşeye rağmen iyi kısmı gene de ağır bastı. Herşeyden önce, sanatına hayran ama kendisine biraz kıl kaptığım Rafael'i sevdim mesela :) Belki de sanatıyla daha yakından tanışma fırsatım olduğu içindir,  mesela Rafael'in odalarını gezebildik bu sefer. Gerçekten de hayran kaldım!  Ağlatacak cinsten güzellikte detaylar var.. Demin resimleri düzenliyordum, ayrı bir Vatikan Müzesi dosyası yaptım. O heykeller, frescolar, tablolar.. bu yaratıcılık, bu beceri gerçekten de yetenek ötesi bir şey bence.. Allah vergisi diyoruz ya. Evet, kesinlikle başka bir dünyadan, başka bir boyuttan ödünç alınmış bir yetenek bu !!

Bekle beni blog dünyası, Rafael'in freskolarıyla dönüşüm muhteşem olacak :D

Çok Yakında!

----

Boyut demişken, Dr. WHO seyredeniniz var mı bilmiyorum ama HASTASI oldum ben dizinin. Zamanda yolculuk falan filan konusu ama çok keyifli ve çok komik bir diziymiş.. İlk bölümleri daha vasattı ama insan 2.ci sezondan itibaren sevmeye başlıyor, hele hele 3.cü sezonda felsefi konulara da el atınca daha bir heyecanla seyreder oluyor :) Mesela bir bölümde "şeytan"la tanıştık. Bilim Kurgu dizisinde Şeytanın ne işi var di mi? Valla çok da güzel yerini bulmuşlardı, aferim İngilizlere :))

----

Bu yazının başlığını yazdım yazdım sildim. Şu son satırları yazarken sonunda bunun ne olduğunu anladım: Deli Kızın Günlüğü! Havalar, bence suç havalarda! Valla! İnsanda beyin meyin kalmadı şekerim, olan zaten azcık bişiydi, o da eridi gitti :))


Ciao ciao!!!

Saturday, September 11, 2010

Domo arigato Murakami-san

Sonunda teeeee plajda okumaya başladığım, Ankara'da, Bakü'de ve Roma'da kapak bile açmadığım (aaa pardon son 2 gün gene bir yerlerde bişiler beklerken cappuccino eşliğinde epey bir okuyabilmiştim :)), neyse ama israrla çantamda taşımaya devam ettiğim VE sonunda dün gece bitirebildiğim Norwegian Wood'u ŞİDDETLE tavsiye ederim.

Bende uyandırdığı duyguları tarif etmek istiyorum ama edersem kitabı anlatmaya başlarım ve bunu hiç istemiyorum. Diyebileceğim tek şey: Uuzun süredir okuduğum en güzel romandıOKUYUN!  Çok güzel bir dille yazılmış, keşke japoncam olsaydı da orijinal dilinde okuyabilseydim...

Japon yazar Haruki Murakami ile bu kitabı sayesinde tanıştım- geç bile kalmışım bence- ve diğer kitaplarını okumak için sabırsızlanıyorum dersem abartmadığımı bilin :))

Yarın uzun bir otobüs yolculuğu beni bekliyor ve bavulumda okunacak 2.kitap olarak yanımda taşıdığım "Platon bir gün kolunda bir ornitorinkle bara girer..." var. Birkaç sayfa okudum ama Murakami'den sonra kesmedi.. yok, valla kesmedi. Aynı ayarda, aynı güzellikte bir roman istiyor canım.. Hatta mümkünse derhal bir Murakami daha okumak istiyorum!! 

Ankara'ya varır varmaz önce oyumu kullanıp sonra kendimi Remzi kitapevine atacağım...

Bonus: Bu sene çekilen filminin trailer'ı..  tadımlık :)) ( Fena gözükmüyor valla)



Alakasız Blogcu Notu: Şimdi tarihi yarı final için 12 dev adama hazırlık yapma vakti geldi :)) Heyecan doruktaaaaaaaaaaaaa!!

Wednesday, September 1, 2010

Capri Style

Capri dediğimiz zaman herhalde kadınların ilk aklına gelen şu bilekten bir karış, hadi bilemedin iki karış yukarıda biten kapri pantalonlardır. Hani 60'larda, efendime söyliiiim sonra bir ara 90'larda, en son bir de 2000'lerde bir yerlerde tekrar moda olan nadide giyim parçası var ya, işte onlar...Şimdi görseniz, ıııyk diyebileceğiniz renklerde satılırdı bir de bunlar! (itiraf: bir üst modeli sigara paça pantolanlara laf söyletmem ;)) Neyse, lafı da bu kadar uzatabildiğim için kendimi ayrıca tebrik etmek istiyorum :).

Ok, devam:

İşte bu yazının baş kahramanı da, bu pantalonların ana vatanı olan Kapri Adasının ta kendisi! Şimdi bilmemek değil, öğrenmemek ayıp diye diye dünyada varlığımızı sürdüren bir canlı türü olduğumuz için kısaca Kapri Adasının İtalya'nın Akdeniz sahillerinde (daha doğrusu Tiren Denizi), Napoli Körfezinin güneyindeki Sorento yarımadasının ucunda bulunan bir ada olduğunu söyleyeyim. Adanın kendisi  tam bir engelli keçi parkuru olduğu için, Yunanca keçi anlamına gelen Kapros'tan türeyerek günümüzdeki ismini almış.

Efendime söyliim, bu minik Ada  şöhretini 50'lerin sosyetesi tarafından keşfeldilmeye borçlu, şimdi ise dünyaca ünlü birçok milyarder ve Hollywood yıldızları tarafından tercih edilen bir tatil beldesine dönüşüvermiş. Ve bizim gibi önemsiz koca bir turist grubu da her sene isminin cazibesine kapılıp Kapri'ye akın akın gitmeye devam ediyor...


E Sosyete diyen, yat der, butik hotel der, pahalı mekanlar der... ayol der de der...


Biz de birer no-name turist olarak ayak bastığımız bu tatlı Ada'da bir güzel pahalı yemeğimizi yedik (pahalı ve kötü!) Hemen ardından, kafamıza güneş geçmeden atalım kendimizi sulara diye niyetlendik, ama etrafta cup diye denize atlayacak mekan göremedik.. E be güzelim, dedik ya Keçi Adası, ne bekliyordun ki? diye sormadan da edemedim kendime bu milisaniyeler içinde!

Bazılarımız turistik gezilerin vazgeçilmez parçası Grotta Azzura'ya keşfe çıkmak istedi. Diğerlerimiz olabilecek en yüksek sezonda orada olduğumuzu düşünerek, "seni ben oraya başka bir zaman götürürüm, söz bak" diyerek, grup içindeki harmoniyi bozmadan en iyi fikrin hemen Marina Grande'nın yanındaki koydaki plaja gitmek olduğuna dair fikirbirliği oluşturdular. Ama oraya da tek ulaşım botlaymış ve gidiş dönüş 15 euro...

Herşey çok çabuk gelişti.... Plajdı, ulaşımdı derken birden kendimizi Dolce Vita'lara akarken buluverdik:

Şimdi kulaklarınızı dikip beni bir güzel dinlerseniz, siz de Capri adasında kendinizi Sophia Loren'ler, Grace Kelly'ler, hatta Victoria Beckham'lar gibi hissederek tatil yapabilirsiniz :)) 


Ada'ya ferry'le gelir gelmez, sağ taraftaki tekne gezileri standına gidiyorsunuz. Orada göreceğiniz kocaman Rent A boat - 2hours/90 Euro'yu takip ediyorsunuz. (web sayfası)


Sonra tinton bir kaptan amca, size tekne kullanmanın (artık bindiğimiz şeyin adı ne ise), ne kadar kolay olduğunu anlatıyor. Nasıl çapa atılır, hangi koylarda nereye yanaşabiliriz. Nerede rüzgar var, Marina'ya geri dönerken nelere dikkat etmemiz gerek falan filan, bütün bunları ziplenmiş şekilde 6 dakikada anlatıyor. Ehliyetini bırakıyorsun, seni teknene kadar eskort ediyorlar :)

Vrııııııııııııııııııııııııııııııııııın !!!!! Açılıyorsun Capri'nin koylarına!

İşte Hayat Budur. İlk bulduğun koyda, at çapayı ve dal dal dal dal !!!

Biz bu sefer acemi olduğumuz için sadece bardak ve bir iki şişe su almıştık yanımıza.Botların buzluğu da olduğuna göre bir sonraki sefer için meyve, atıştırmalık bir iki paket bişi veeee Martini veya Campari alalım yanımıza dedik! İşte o zaman tam Dolce Vita'yı tatmış oluruz.


Şimdi teknik detaylara geçecek olursak, bot kullanmak zor değil. Azıcık cesaret gerekiyor, hele bizim gibi yüksek sezonda kiraladıysanız bütün Capri açıkları vızır vızır tekne trafiği ile kaynıyor. Neyse, ilk kompleksinizi (saray yavrusu yatların yanına çapa atarsanız olacağı budur) aştıktan sonra, siz de adeta ananızın karnından tekneyle/botla doğmuş gibi bütün Capri açıklarında  usta kaptan gibi o koy benim, bu koy senin keyif yapacaksınız :)))


Dikkat etmeniz gereken şey, büyük ya da hız teknelerinin dalgasını en doğru şekilde yemek. En güvenli yolu, uzak durun :) Yanından geçmeyin :D

2 saat Capri'nin etrafında gezmeye hayli hayli yetiyor. Hiç durmadan giderseniz 20 dakikada yapılabilecek bir parkur. Ama biz sefamıza düşkün bir  grup olarak, bir saat daha uzattık turumuzu ve bize her ekstra saat için 30 euro alıyoruz demelerine rağmen toplam sadece 90 euro ödedik.

İki kişi olsanız bile, Capri'nin tanını çıkarabileceğiniz, İtalyanın bu güzel adasında kendinizi film karesinden fırlamış bir Sophia Loren, Grace Kelly veya Jackie O' gibi hissetmenizin en güzel yolu, buna benzer bir bot kiralamak olacaktır!

Pişman olmazsınız, güvenin bana :)))

Ciao!

Thursday, February 12, 2009

Benjamin Button ve Jay Gatsby


Hızımı alamadım, dün akşam da Benjamin Button filmine gittim.

İlk olarak uzun bir film olduğunu söylemem lazım. Belki biraz fazla uzundu ama hiç bir şekilde sıkıcı değildi.

Doğrusunu söylemek gerekirse, ben biraz hayatın akışına bırakanlardanım kendimi. Beraber gittiğim iki arkadaş ise- özellikle biri- hayata sıkı sıkı sarılan ve bir sonraki adımını çoktan bilebilen biridir. Bu konuda çok uzun konuşmalarımız olmuştur, hayata bakışlarımızı ve beklentilerimizi hep sorgulayan iki arkadaş olmuşuzdur.


Herneyse, filmden çıktığımızda hepimizim halet-i ruhiyesi o kadar farklıydı ki şaşırdım ben gene de biraz. Birimiz karamsar, diğerimiz "Forest Gump olmuş tam bu" diyor, öbürümüz ise "hayat senin elinde, istediğin herşey olursun" diye sayıklıyordu.

Ben etkilendim filmden. Şiddetle de tavsiye ederim. Ruhunuza dokunmazsa brüksel lahanası demiim ben de kendime :)

Kısaca: Forest Gump tadında çok güzel bir filmdi bence.

Uzun uzun anlatamayacağım kadar güzeldi e anlayın artık !


***

Fitzgerald'ın bir de meşhur romanı The Great Gatsby'yi yeni bitirdim...

O da bir o kadar etkiledi beni. Çok güzel yazılmış bir roman.

Okumadıysanız okuyun-not ilk bölüm beni baydı, ortalarda açıldım. İnat ettim bitirecem diye, iyiki de etmişim :)

Ama ben keko gibi merakımdan 1974'de Robert Redford'un oynadığı filmi ararken internette kitabın sonunu öğrenmiş oldum ! :(


Uzun lafın kısası, dediğim gibi anglosakson dünyası beni pek bir sardı bu sıralar, old sport!

Saturday, January 24, 2009

P.G. Wodehouse

Bilmememek değil, öğrenmemek ayıptır.

İşte bu deyimle yatar kalkar vaziyetteyim.

Adeta Mantra şeklinde günde üç öğün söyler haldeyim :


Ommmmm... Bilmememek ayıp değil Ommmm... Öğrenmemek ayıp Ommmm... Öğrenmenin yaşı yoktur Ommmm...


***

İlker'in "eti senin kemiği benim" diyerek yolladığı bilim yuvasının 4 öğrencisi de bu son hafta sinir krizi eşiğinde dolanıyordu etrafta...

Kıyamadılar ve kısa bir süre için kafa izni verdiler... Verdiler iyi hoş ama, "dönem ödevleri" de verdiler :)


İşin şakası bir yana, İngiliz edebiyatından çok güzel eserler keşfettim ben bu vesileyle.


En güzel keşfim de P.G. WODEHOUSE oldu.


Daha önce adını sanını duymadığım bu yazarın 90'dan fazla romanı/kısa öyküsü ve bilumum piyesi varmış...

Ben Dr. Sally kitabıyla keşfettim Wodehouse'u. O kadar basit ama o kadar sürükleyici ve komik bir kitap ki gerçektende elimden bırakamadım.

İngiliz mizah anlayışını ve kafa yapısını bu 140 sayfalık kitapta o kadar güzel aktrıyor ki usta yazar, şapka çıkarmamak elde değil !


İşin komik tarafı, İlker bana hep "Fransız aşığısın" derdi.
Ancak, Anglosakson dünyasının pençesine öyle bir düştüm ki, kurtarana aşk olsun :D


Good Save the Queen!


Cheers lads! :P


****
http://en.wikipedia.org/wiki/P._G._Wodehouse

http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=p%20g%20wodehouse