Tuesday, June 28, 2011

Deli kızın günlüğü


Kılımı kıpırdatasıım yok...

Sanırım bütün işler bitince kalakaldım birden. Ne yapacağımı şaşırdım. Dışarı çıkasım hiç yok. İç sesim ama şunu söylüyor: Deli misin sen? Roma'da evde mi oturulurmuş?? Valla oturulur. Ama artık Roma'nın en güzel yerinin olduğu, yani salondaki koltuğun olduğu evde değiliz (bkz Ponte Milvio yazısı), ama olsun, gene de evde sakin sakin oturmak istiyorum. Kılımı kıpırdatmadan saatlerce boş boş dijitürk seyretmek istiyorum. Ama evde kablo, çanak hiç birşey yok ki...

Tv olmadığı için ben de kendimi kitaplara verdim. Bir solukta, hüngür hüngür ağlaya ağlaya, Uçurtma Avcısını okudum. Ama bitmesin diye de kendimi okumamaya zorladım... Bir kitabı çok sevince, bitmesini istemiyorum. Bu sefer de ağırdan almaya başlıyorum ama bu da beni krize girmiş eroinmana dönüştürüyor :-/ Yok ağzımdan salya malya akmıyor, o kadar da değil :P Ama gene de komik bi durum çünkü bu krizi atlatınca bambaşka yeni krizlere giriyorum: Bir kere o kitabı bitirip tekrar "okumaya" başladım ya,  bu sefer de okuma dozumu tutturamıyorum ben.. O kadar çok kitaba boğarım ki kendimi, yarısı heba olur. Nasıl mı? Hepsinin ilk 10-15 sayfasını okurum, içlerine kitap ayraçlarımı yerleştiririm.. Bu arada, kitap ayracımı sevmezsem, kitaptan da soğurum (evet arızalıyım)... Sonra o kitaplar arasından bir sonraki "tek soluğu" bulduysam eğer, ona dalarım. Bulamadıysam, sıradaki en iyisiyle devam ederim. Ama aklımın ucunda almak istediğim ama "abartma aslı" diyerek bıraktığım diğer kitaplar olur. Bir yandan da başlayıp beklemeye aldığım diğer kitapları da merak ederim... Bunun sonucu, bu ruh halindeyken okuduğum 2.ci ve 3.cü kitaptan pek birşey anlamam.. Hevesim kursağımda kalır ve 4.cü, 5.ci, 6.cı kitaplar da heba olur işte..

Şu an 2.ci ve 3.cü kitap arasındaki geçiş sürecindeyim.. Allah akıl fikir versin!

----

Sıkıla sıkıla iş için  ve oyumu kullanmak için Ankara'ya gittim. Seviyorum Ankara'yı ama daralıyorum her gidişimde. Sanırım yapacak birşeyiniz olmayınca insan evinde, yurdunda bile duramıyor uzun süre.

İşin güzel tarafı ilk hafta abimle birlikteydim. Çok keyifli oldu ama ben gene cadılığımı yaptım. Cadı sesimi duyunca kendim bile korktum ve utandım. Neden hep sevdiğin insanlara çekilmez suratını gösterir ki insan? Arızaların en büyüklerini eşe, anneye, kardeşe yapmaz mıyız?

Roma'dan geldiğim akşam abim beni havalimanından aldı. Bu benim için çok garip bir durum çünkü 1 senedir hayatım havalimanlarında, uçaklarda geçmeye başladı ve Havaş'a o kadar alışmışım ki, birisinin beni havalimanından alması fikir olarak bile bana çok garip geldi :))

O akşam bir de ayağımızın tozuyla bahçede mangal yaktık, oooh mis gibi :))  Gece yarısında bütün mahalleyi mangal kokusuna boğmamıza rağmen ve o saate yediğim şişler yüzünden gözüme uyku girmemiş olmasına rağen, pişman değilim :D Gene olsa, gene yaparım!

Kitaplara geri dönüyorum, sallantılı bir viraj alıyoruz, kemerlerinizi bağlayın, koltuklarınızı dik konuma getirip, masalarınızı kapatınız lütfen. Virajın sonunda konuyu azcık toparlamış olma umuduyla, birazdan görüşmek üzere :))

Yukarıda zaten söylemiş olduğum gibi, Ankara'da elimden düşürmek istemediğim, bitmesin diye de birer sayfa, ikişey sayfa okuduğum Uçurtma Avcısının verdiği hazla,  gözüm dönmüş bir şekilde attım kendimi Remzi Kitap evine... Bu seferki krizimin kurbanları: The Other Hand (Küçük Arı), A Thousand Splendid Suns (Bin muhteşem güneş), Sunset Park, Lady Chatterley's Lover (Leydi Çaterley'in sevgilisi) ve Hava Kurşun gibi Ağır...

The Other hand'e Ankara'da başladım ve geçen gün (sonunda) bitirdim...Ama dediğim oldu gene:  2.ci kitap kesmedi beni :( Eksik kaldım gene Yok, yok yanlış anlaşılmasın aman.. Çok güzel bir roman, gene gözyaşlarımı tutamadan okudum ama kesmedi beni  işte bir türlü. Tabii, bu arada, ben gene Bin Muhteşem Güneş'in ilk 40sayfasını dayanamayıp okumuştum. Ve kendimce, okuma maratonumun son kitabı olmasına karar kılmıştım.. Uçurtma Avcısıyla aynı duyguları yaşattığı için hemen okuyup bitirmek, harcamak istemiyordum açıkcası.. Şu an karasızlık içinde, bir yanda, baş ucumda Sunset Park duruyor. Diğer yanda, salonda ise Leydi Çaterley'in Sevgilisi bana göz kırpıyor. Henüz hiçbirinin içine dalmış değilim.. Biraz daha sabretmem gerek galiba. Ya da yeni bir Murakami'ye mi geçsem gene?

Utansam mı, utanmasam mı karar veremedim bir türlü ...

Ama zorla bir kitabı sonuna kadar okuyamıyorum  ki ben, izdirap çekiyorum okuyamayınca da. Yemediğimiz ve arkamızdan koşan yemekler gibi, o kitaplar da kovalıyor beni ömrüm boyunca. Nedir bu suçluluk duygusu bilemiyorum. Haklarını yemişim gibi hissediyorum, güzelliklerini göstermeleri için az sabredip, 2.ci bir şans vermemişim gibi hissediyorum. Sanki diğer çocuklardan daha yavaş koşanın yarışını sonuna kadar seyretme zahmentine girmemek gibi, o ipi göğüslerken, o muhteşem finalini yakalarken benim sıkılıp, sabırsızlanıp sırıtımı dönüp gitmem gibi... Nedir şimdi bu? Ben anlamıyorum valla.

Kafayı kitaplarla bozmuş, bu garip halet-i ruhiye içinde, Roma'da, bu sıcakta gene burnumu dışarı uzatmıyorum.

Uzattığımda ise beni eve sokabilene aşk olsun (ayrı bir konu di mi bu gene? Off, tezatlık benim göbek adım!)

Vespa'nın üzerinde sıcak rüzgarın kıyafetlerin içinden püfür püfür eserek geçmesi; güneşin sırtımdan, kollarımdan, dizlerimden süzülmesi... O iğrenç ama bir o kadar güzel arı vızıltısıyla trafiğin içinden geçmek... Ağaçların gölgeleriyle kovalamaca oynamak, sağım klasik Roma, solum rönesans mimarisi diyerek vız vız gitmek anlatılamaz bir haz işte. Beni eve sokabilene aşk olsun :))) Beni Vespa aşığı yapanlar utansın. Ne hallere düşürdüler beni?! Bu sefer de vespa vespa diye krizlere giricem. Neymiş efendim, NYC'de Vespa'ya binilmezmiş. Racon değilmiş, karizma bozulurmuş }:-(

Hmpff!!!!

----

Haziran ayı da geldi geçti, 2011'in yarısını da arkamızda bıraktık. Şaka gibi!

Suzan Miller'in Haziran ayı burç yorumunu okudum. Eee ne demişler, fala inanma, falsız kalma :))  Haziran için bomba bir ay diyordu..

Mayıs için de öyle demiştin bak, iş güç muhteşem diyordun.. Tamam kötü değildi ama muhtşem denecek kadar da değildi hani.. Yoksa ben mi bunamaya başladım.. Hatırlamıyor muyum? Muhteşem bir şey oldu mu yoksa? Bir tek hiç beklenmedik bir iş çıktı karşıma, hem de Roma'ya geldiğim gün. Bu vesileyle, Roma'da da hiç çalışmadım diyemem artık :D

----

Bir sonraki uzun soluklu ve adam akıllı blog yazımı gene Vatikan Müzesine ama bu sefer Rafael'e adayacağım..

İnşallaaaaah! Maaaaaşallah tabii...


Aslında, geçen ay yaptığımız Vatikan Müzesi turumuz hem iyi hem de felaketti. Felaket kısmı bence rehberin iyi olmamasından kaynaklandı. Herşeye rağmen iyi kısmı gene de ağır bastı. Herşeyden önce, sanatına hayran ama kendisine biraz kıl kaptığım Rafael'i sevdim mesela :) Belki de sanatıyla daha yakından tanışma fırsatım olduğu içindir,  mesela Rafael'in odalarını gezebildik bu sefer. Gerçekten de hayran kaldım!  Ağlatacak cinsten güzellikte detaylar var.. Demin resimleri düzenliyordum, ayrı bir Vatikan Müzesi dosyası yaptım. O heykeller, frescolar, tablolar.. bu yaratıcılık, bu beceri gerçekten de yetenek ötesi bir şey bence.. Allah vergisi diyoruz ya. Evet, kesinlikle başka bir dünyadan, başka bir boyuttan ödünç alınmış bir yetenek bu !!

Bekle beni blog dünyası, Rafael'in freskolarıyla dönüşüm muhteşem olacak :D

Çok Yakında!

----

Boyut demişken, Dr. WHO seyredeniniz var mı bilmiyorum ama HASTASI oldum ben dizinin. Zamanda yolculuk falan filan konusu ama çok keyifli ve çok komik bir diziymiş.. İlk bölümleri daha vasattı ama insan 2.ci sezondan itibaren sevmeye başlıyor, hele hele 3.cü sezonda felsefi konulara da el atınca daha bir heyecanla seyreder oluyor :) Mesela bir bölümde "şeytan"la tanıştık. Bilim Kurgu dizisinde Şeytanın ne işi var di mi? Valla çok da güzel yerini bulmuşlardı, aferim İngilizlere :))

----

Bu yazının başlığını yazdım yazdım sildim. Şu son satırları yazarken sonunda bunun ne olduğunu anladım: Deli Kızın Günlüğü! Havalar, bence suç havalarda! Valla! İnsanda beyin meyin kalmadı şekerim, olan zaten azcık bişiydi, o da eridi gitti :))


Ciao ciao!!!

No comments: