Showing posts with label Ankara Lahanasi. Show all posts
Showing posts with label Ankara Lahanasi. Show all posts

Saturday, December 15, 2012

Bu kısa bir Yeşilçam filmidir, kanalınızı değiştirmeyin lütfen

Eskiden nefret ederim bu "Hakkını helal et" lafından... Tüylerim diken diken olurdu, bir yandan absurd diğer yandan cok kaderci, fazla duygusal ve gereksiz bulurdum. Evet her an hersey olabilir ve ben bunu kabul ediyorum demekle aynı seydi iste. Eskiden derken, 13-32 arasından bahsediyorum.. Hani 13u anlıyorum ama 32 ne yahu?? Yok ama, ben gene de o yasa kadar hala gerilirdim bu helallesmelerden.

Sonra birden, kafama bir piyano düşmüş gibi o ana kadar tüylerimi diken diken eden bu kelime, birden anlamlı ve cok yerinde söylenen bir sey oluverdi! Hic birsey oldugu gibi kalmiyor, yarin gonul almak için cok geç olabilir seklinde yaklasmaya baslayivermistim birden hayata.. Hayat milisaniye icinde değişebilir, bunu mu anlamıştım yoksa ben? Anlamak aslında hafif kaçtı, yok galiba daha travmatik bir uyanış oldu ama inanın o uyanışımı ne tetikledi hic bir fikrim yok! Birden bire her ayrılık bir son (kisa veya uzun, ama bir bitis noktasi olduğu kesin) anlamına gelmeye basladi benim için. (bu cumleyi yazarken umarim sezen aksu'nun "her ayrilik bir vurgun gibi" sarkisini bir tek ben çalmıyorum kafamın icinde fon müziği olarak - serbest çağrışım denen bisi var ben napiim? :P)

Sevmedim ben bu duyguyu. Hala da sevmiyorum ama beraberimde götürüyorum her gittigim yere :( E tabii o sevmediğim  helallesme de birden anlam kazanmaya basladi gozumde. Artık cok hoşuma gidiyor bunu duymak. Ben henuz tam uygulayamiyorum bu ritüeli ama gene de seviyorum. Birisi bana hakkını helal et dediği zaman "saçmalama neden bahsediyorsun?" gibi bir cevap vermiyorum artık. Galiba uzakta olmaktan kaynaklanıyor hersey... Sevdiklerinin yarısı senden cok uzakta olunca her ayrılık, her yolculuk hakikaten bir veda oluyor iste. Bugun variiiiz, yarın yokuuuuz.. Bu kadar! Cok kaderci oldu di mı bu yazdıklarım? Bırakın biraz da öyle olsun arkadaslar... İnsan bunu anlamaya başlayınca hakikaten her anın degeri daha da bir artıyor. (valla ne de hoyratca tüketmisiz kardesim hayatimizin o zibilyon dakikalarini P)

Simdi dusunuyorum da, aslında bu hellalesme ritüelini sevmiyor olmus olsam dahi, ben çocukluğumdan beri yolculuk oncesi kimseyle küs kalmamaya çalışırdım. Nefret ederdim o sekilde tatile gitmekten, hakikaten! Belki de ismini koyamadigim o duygu aslında hep icimde varmış. Belki de simdi çözdüm meseleyi :) (cok gülenim geldi birsin valla)

Gecen ay Annemler de benimle aynı anda Turkiye'deydiler, ama sadece bir haftalığına. O kadar yogun bir is temposu vardı ki istediğim kadar görüşemedik maalesef. Ve görüşemeden yolcu etmek zorunda kaldım onları :( Sanırım ozlem giderememis olmanın verdigi duygu yogunlugu ile helallestim ilk defa bizimkilerle. Eskiden babam beni yolcu ederken soylerdi hep, ben de cevaben yukaridaki "arizali" cumlemi sarf ederdim her seferinde. Simdi ben o ani atlamamak icin tetikteydim resmen! Yolculuk oncesi vedalasma sahnem git gide daha bir sulu gözlü, full duygusal, siyah beyaz bir yesilcam filminden fırlamiscasina bir hal alıyor :'(

Utanmasam uçağın arkasından su bile dokucem!

Neyse, iste... Anlaşıldığı gibi ben gene uçağa binmeye hazırlanıyorum. Daralmamı anladınız di mı?

Hadi.. Saglicakla kalın.



Saturday, December 8, 2012

Minik mutlulukların başkenti

Ankara'da minik mutluluklarım vardır benim...

Mesela:

- Araba kullanmayı
- Her yere maksimum 40dakikada gidebiliyor olmayı (arabali)
- 5 tl'ye araba park etmeyi
- Radyo odtu'ye canlı baglanmayi (ve hediye kazanmayı!)
- Mutfak masasında geçirdiğim verimli saatleri ve muhteşem sonbahar manzarasını
- Son dakika program yapabilmeyi
- Kuzenlerimi ve arkadaslarımı
- Paça kısaltma, topuk ve taban değiştirme gibi işlemleri 10dakika icinde yaptırabileceği; üstüne bir de cay ikram edilmesini :)
- Çakma saatime hakiki safir taş taktirabilmeyi
- Kırılan gözlüğüme "abla bu bizim işimiz" diyen usta bulabilmeyi
- 40tl'ye kumaş dahil gömlek diktirebilmeyi
- Türk tekstil markalarını
- Sıfır migren ve başagrisini
- Çamaşır makinemi
- Hassas Bölge Aspava'yı
- Yeni sardığım Muhteşem Yüzyılı herkesle aynı anda seyredebilmeyi
- Kolay gelsin diyebilmeyi
- Hem bir günde hem de sudan ucuza çerçeve yaptirabilmeyi
- Tunali'nin eskimeyen yüzünü, bubi tuzağı kaldırımlarını
- Sokakta satılan kestane kebapları

Veeee ÇALISMAYI (sanmayın unuttuğumu) ÖZLEYECEĞİM COK !

Benim başkentim guzeldir.. öyle buyuk elma denmese de kendisine, chrysler binası veya brooklyn köprüsü olmasa da, hatta zibilyon tane secenek sunamasa da minik mutluluklar sunar benim başkentim :)

Seviyorum ben başkentimi!



Sunday, December 2, 2012

Sar başa tekrar çal gurban !

Çok pis takıldım ben bu şarkıya !
Arabada gaza bastırtıyor şerefsiz.
Trafikteysem de avaz avaz söylettiriyor kendini namussuz (detone olmadan söylediğim ender şarkılardan ehe ehe! Sağol Rihanna!)
Klibi de çok güzel olmuş.. Hatta üzüldüm seyrederken, kızımızın gözünden bir damla göz yaşı bile akıyor bir ara (herhalde eski sefgülüsüne yazdı bu şarkıyı)

Bir de dövme yaptırasım geldi bu klibi seyrederken.
Manikürü de ilginçmiş, cadılığa kaçabilecek iken cool olmayı başarabilmiş!

Hmm, galiba ben bu kızı seviyorum !

Haydi o zaman, Pazartesiye böyle başlayalım:

So shine briiiight, toniiiight
you and I
We're beautiful like diamonds in the sky
Eye to eeeye, so aliiive
We're beautiful like diamonds in the sky!



Ripiiit after mi :
şayn brayt layk a daymınd
şayn brayt layk a daymınd
şayn brayt layk a daymınd
viyar biutiful layk daymındz in dı skay!

:))) 

Friday, November 30, 2012

Ben, kahvem ve düşüncelerim

Bağımsız yaşayabilmek önemliymiş hakikaten. Yok , yok, yanlış anlaşılmasın. Basımı alıp gitmek gibi bir niyetim yok, aman. Sadece hayatımda hep baskalariyla yapmaya alıştığım seyleri tek basıma yapmaya başladım ve korkulacak hic bir sey olmadıgını anladım... Sonunda! 

Misal, eskiden sinemaya tek basına gitmek yanliz insan damgasını yediğimi zannettiğim cok ürkünc bir aktiviteydi benim için.. "Aman allahım! Tek basina sinema mı? Hic mı arkadasın yok kızım senin?" derdim kendi kendime... Ama gecen aksam sinemaya benimle gelecek olan kuzenimin son dakika satışı üzerine, cok yorgun olmama hatta vazgeçmeme ramak kalmasına rağmen; kafamı kaldırdım, omuzlarımı diklestirdim veeee emin adımlarla TEK basıma Radyo Odtu'den kazandıgım Operasyon Argo filminin on gösterimine gittim ! mars mars!

Önce biraz çekingenlik oldu tabii. Herkes sevgilisi, arkadaşı, eşi, dostuyla gelmişti.. Ben ise boynu bükük bir Yanlız! Ama salona girdikten sonra, yer arayan genclere yanımdaki koltuğun boS oldugunu gururla söyleyebildim. İste o an kendimle hakikaten iftihar ettim! Filmi soracak olursanız, valla ben beğendim filmi. Son zamanlar ya hep aksiyon filmi ya da bilim kurgu seyrettiğimizi dusunecek olursak, farklı bir tarz iyi geldi. Ben Affleck bence cok kararında bir oyunculuk ve rol üstlenmiş. Film onun etrafında donmedi. Hoşuma gitti o yuzden.

Yorgun ama gururlu bir sinema zaferinden sonra, bugun de gittim Kitir'da tek basıma Kumpir'imi yedim! Yan masalar buna şaşırmıştı sanki. Günesinde azıcık yüzünü göstermesini fırsat bilerek oturdum dışarıdaki masalardan birine, gecenleri seyrederek yedim afiyetle Kumpir'imi :) 

Tabii, bu bütün bahsettiklerimi NYC'de yapiyorum az cok. Sanılmasın ki sembiyoz halinde yaşamımı sürdüren bir tipim! Yemeğimi cok sık tek basıma yiyorum disarida. Henuz tek basına sinemaya gitmedim ama o da yakındır, özellikle sabah seansları için :) E kahve deseniz, zaten bireysellik üzerine kurulu bir sehirde grup halinde starbucks'ta oturmak abuk bir durum oluyor! Starbucks demek, Siz+Kahveniz+Apple familyasının bilumum ürünü demek :)) Sokaklarda zaten kendi kendime dolaşırım, alışveriş desen hep kendi kendime yaparım, parka bile kendim giderim (aman da aman, ne de becerikliymisim :P)

Peki neden, is bütün bunları Ankara'da yapmaya gelince cekiniyorum, gözüm korkuyor, ürkünc geliyor hepsi? Asırı sosyal bağlarla mı hareket etmeye alisigiz bizler Türkiye'de? Yanlız birşey yapınca neden garipseyen gözlerle bakilir hep insana? Acinilir hatta yanlız takılanlara, özellikle de kadinsa o yanlız oturan... O an birden dunyanin en gariban insaniymisiniz gibi hissettirir o bakışlar adeta.

Halbuki Avrupalı nineler sür surustur, tak takistir yanlız bile giderler 5 çayına.. Bir guzel de keyif yaparlar o incecik porselen bardaklardan icerken o caylari, o kahveleri :) Ama ben bile zamanında o ninelere "yasssik tek basına oturmuş çayinin keyfini cikarmaya calisiyor" diye bakardım hep. Ne kadar yanlış düşünüyormuşum meger. Yapmak istediği seyi sırf birlikte yapabilecegi kimsesi yok diye yapmayacak mı insan?

Baslamisken, devam edeyim bari: neden birbirini tanımayan iki insan ayak üstü sohbet ettiginde bu sefer de başka bir art niyet ararız? Simdi bundan benim boyle herkesle havadan sudan sohbete girdiğimi sanmayın. Ama insan bazı davranışları sevmeye başlıyor yaşadığı yerin, onları da kendi ortamına uydurmak istiyor.. Mesela, bunlardan birisi alışveriş yaparken o an yaninda duran kisiye fikir sormak o kadar normal ki Amerika'da, bu cok hoşuma giden etkileşimlerden biri (yutdisinda diyemiyorum cunku hakikaten bu kadarini bir tek Amerika'da gordum ve evet ben yeni keşfediyorum o memleketi, ne olmus yani?). İste mumkun mertebe ben de aynısını yapmaya başladım artık Ankara'da. Pasabahce'de benimle aksesuar seçenlere nazikce fikrimi sunuyorum. Birisinin üstünde birşeyi mı beğendim, hemen soruyorum nereden aldığını. Pozitif enerji yüklemesi oluyor bence :)

Bizler galiba annemizin aman "yabancılarla konuşma" uyarısını ciddi sekilde uygulamaya devam ediyoruz yetişkin olduğumuzda bile :) Ya da "ne yapacaksın tek basına orada?" sorusu hala kulaklarimizda cinlamaya devam ediyor ki, burnumuzu disari cikarmak istemez oluyoruz tek basına yapılacak bir aktivite için...

Buket arkadaşımın bana guzel bir önerisi olmuştu, kendisini cok sık anar oldum bu günlerde :) Buket'cim once doktora için terk etti Ankara'ya, sonra da Avrupa'nin bilumum sehirlerinde yaşadıktan sonra solugu en son Norveç'te aldi. Orada da maraton koşmaya başlamış... Nasıl İmrendim anlatamam! New Yorker'larin kosu tutkusu beni cok etkileyen baska bir seydir aslinda. İlker'in japon meslektasi, hafif aksak olmasina ragmen new york'a tasindiktan sonra kosmaya baslamis ve 2 senedir maraton kosar olmus!! Hakikaten insan azmi muhtesem bir sey! Sınırlarımızı biz kendimiz koyuyoruz, bunu kabul etmemiz gerekiyor. Neyse, Buket'e "ya ben de istiyorum koşmak ama tek basıma cok sıkılıyorum, motive olamıyorum" dediğimde, bana cevabı su olmustu: baskasina bağımlı hale getirme kosuyu. Kendine guzel bir müzik listesi hazırla ve kısa surelerle, yavaş tempoyla başla. Ama tek basına başla!

O bagimli olma kimseye demesi beni baya gaza getirdi ki, sinemaya bile kendi kendime gider oldum :P Heheyt!! Dönünce kendimi koşmaya verecegim.. Zaten dunyanin sonu da geliyor, antremanli olmaliyiz. Ee survival of the fittest (en guclunun hayatta kalmasi) insanoglunu bugünlere getiren özelliği degil midir? İste dunyanın sonu gelince artık kaçacak yer arayacağımız için en hızlı kosan en iyi mağaraya sığınır herhalde :)) Ben koşmaya geç bile kaldım!!! Koş koş.. Hadi kalk durma :D

Neyse, bugun rahat bir günüm o yuzden sokaklardayim tek basıma. Bu yazıyı da bir Kafe'den yazdim (tamam Armada'daki Starbucks'tayim, ne var yani?? Burası da kafe degil mi?)- oh ayaklarımı uzattim, lattemi yudumladim.. Simdi de yılbası tebrik kartlarımı yazacağım tek tek :)

Tebrik kartı isteyen varsa yollasın adresini bruksellehanasinin mailine; ya Ankara'dan ya da New York'tan yazar, atarım size de bir tane.. Tipki eski günlerdeki gibi! Sumuklubocek hızında ulaşır artık size :D (bunu dememin sebebi teee Agustos'ta Kuba'dan yolladigim kartlar daha dün adreslerine ulaşmış olmaları!)

Kendinizi sevin arkadaslar.Benden tavsiye "korktuğunuz", tamam fazla kuvvetli bir kelime oldu o, duzeltiorum hemen: çekindiğiniz seylerin üzerine gidin.. İnanilmaz bir başarma duygusu yaratıyor bünyede! Moral icin birebir :)



Tuesday, November 20, 2012

Kendi kendime...

Turkiye'deyim gene... Her gidiş-gelişimde zamanın ne kadar acimasiz oldugunu daha da fazla görüyorum... Kimseyi bıraktığım yerde bulamıyorum sanki... Halbuki buradalar. Ama zaman fazlasıyla hızlı akıp gitmiş... Hersey aynı ama bir o kadar da farklı...

Bir yandan bu sehre ait, diğer yandan yabancısı gibi hissediyorum... Herkes her konuda şikayet etmeye devam etse bile, ben seviyorum herseye rağmen utangac ve çarpık bacaklı sehrimi...

Ankara değişmeye devam ediyor, yeni binaları  görüyorum gozumun ucuyla Eskişehir yolunda giderken.. Ama kıs aylarında tipki lise yıllarımda olduğu gibi bir is kokusu sarıyor gene aksamlari başkenti. Benim hoşuma gidiyor ama. Ankara benim için is kokusu mu yoksa?

Sonra, tanimadigim insanlara kasada, markette, sokakta iletişime her geçtiğimde üzülerek hala nezaketten nasibimizi alamadığımızi goruyorum... Komiktir ama, ben bile suratsizlasiveriyorum uçaktan iner inmez. Onume zart diye gecen birine oracikta ders veresim geliyor. Tahamulsuz oluyorum aniden. Sonra da kıziyorum kendime.

Zamanın su gibi akıp gittiğini cok daha fazla hissediyorum Ankara'ya her gelişimde... Kendi çocukluğumu tekrar yasıyorum Binses'teki eve her gittigimde mesela. Sonra aynı evde İlker'i arıyor gozum, geri döneceğimiz gunü iple çekiyorum o an :)  Baba evine her gittigimde, tekrar o minik yatağıma kafamı her koyduğumda ise Üniversiteli gibi hissediyorum gene. Midterm'ler, finaller, ödevler..  "Asli Hanim, alttan su ve su dersiniz eksik gözüküyor, diplomaniz o yuzden geçersiz; tekrar o dersleri vermeniz gerek" diyen kabuslarımı hatırlıyorum (!).

Sonra  sokakları karıştırıyorum bazen, sinirleniyorum kendime ciddi ciddi.. Trafik diyorlar cok fena, ama moralimi bozmaya yetmiyor benim. Seviyorum arabada radyo dinlemeyi, trafik varmış yokmus cok da umurumda oluyor iste.. Gene bir yarışma için aramalıyım muhakkak diyorum kendi kendime.

Habire yapılacaklar listesi hazırlıyorum, notlar yazıyorum saga sola. Sonra o kalabalık notlar çantamda beni deli ediyor, ama olsun.

Herkese zaman ayırmak istiyorum, sonra birden kimseyi gormek istemiyorum. Aniden kendi basıma kalasım geliyor. Uzun uzun yürümek istiyorum ama yürüyecek sokak bulamıyorum. Okula git, orada yürü, bak nivyork'ta kaçırdın "foliages" mevsimini, simdi tam zamanı git doya doya seyret ağaçların yaprak dökümünü  diyorum, diyorum ama... Kim gidecek simdi taa oralara diyorum hemen ardından...

Çalıştıkça mutlu oluyorum, fakat üzülüyorum uzakta oldugum için.. Daha fazlasını yapabilir miydim acaba diyorum? Cevabını bilsem dahi kendi kendime bu soruyu gene de soruyorum. Başka türlüsünü yapamam, kendimi cok iyi tanıyorum. En ideali bu benim için.

En cok şükretmeyi hatırlıyorum kendi kendime kaldigimda; aksam kafamı yastığa koyduğumda derin bir nefes alıp hayatımdaki olumlu seyler için sukrediyorum. Sonra sessizce ertesi gunun planını yapiyorum kafamda, o planın hic bir zaman tutmayacagini bilsem dahi gene de ısrarla program yapiyorum kendime.

Ve usulca uykuya aliyorum....






Friday, May 4, 2012

35 Yaş Krizi

Şu son 5 yıldır hep söylediğim bir şey var:

Ben 30'ları çok sevdim!

Şaka değil!  Gerçekten de 30'larımda kendimle daha barışık oldum. Neyi isteyip, neyi istemedğimi daha iyi anlar oldum ve bunu dile getirmekten de çekinmiyorum artık. Kimseye gereksiz yere katlanmak zorunda hissetmiyorum artık kendimi. Kimseyi yargılamamaya çok özen gösteriyorum. Karşımdaki -kulaklarınızı kapatınız: "adi şerefsizin önde gideni" bile olsa, yargılamamaya çalışıyorum! Aileme daha fazla önem ve özen veriyorum. Eskisi kadar arızalı bir cadı olmamaya özen gösteriyorum (ailem için en azından :-P). İnsanların içindeki iyiyi görmeye çalışıyorum. Kötüyü görürsem de, kafamı çevirip, üzülmeden, yoluma devam ediyorum. Yaptığım hataların, verdiğim yanlış kararların pişmanlığını artık yaşamıyorum. Kendime karşı acımasız olmayı bıraktım artık. Neden böyle yapmışım, neden bunu demişim gibi cümleler sarf etmemeye çalışıyorum. Yanlış anlaşılmaktan korkmuyorum, kendimi anlatıcam diye de debelenmiyorum galiba.. eskisi kadar en azından :)

2.Raud'a hazır, full konsantre, hayatın içine cup diye dalmaya hazırım her zamankinden fazla!

Bütün bu "olgunlaşma" sürecine paralel olarak, belki de NY'a taşınmış olmanın verdiği rahatlıkla, veya İtalyan'ların renklerle olan barışıklığı sayesinde, gardırobumun ana parçaları değişmese de, kendimde bir başka değişklik de seziyorum hafiften...

Mesela gözüm renklere takılır oldu şu son dönemde. Tamam, kabul ediyorum bu sezon zaten nereye baksan renk, renk, renk görüyorsun ama, onun da ötesinde içimde bir RENK cümbüşü var ki ortaya çıkmak isteyen, hiç sormayın!

Bu renk cümbüşünün üzerimdeki etkisinin en güzel örneğini vereyim size mesela:

.... Severek aldığım babetlerim çok kötü ayak kemiği çıkarmaya başladığı için, sırf o izdiraptan kurtulmak için bir dükkana girdim Ankara'dayken.

Günlerden de Doğum günüm hani! Kapı gibi 35 olmuşum artık ! Yolun yarısı işte! Daha ne olsun?

Ancak... Ayakkabı mayakkabı göremeden, mercan kırmızısını güneş sanan zavallı kanatlı bir yaratık gibi, karşı koyamadığım bir güçle o muhteşem renkteki cekete doğru mıknatıs gibi çekildim bir anda !

Gözlerim Yüzüklerin Efendisin'deki Gollum'un yüzüğe baktığındaki gibi kocaman olmuş, parıl parıl parlıyordu adeta!  Hiç tereddüt etmeden hemen giyiverdim MERCAN rengi deri ceketi!

Benim olmalıydı o! Benim! Kıymetlimssss!!! Benim!!!

Kendi kendime verdiğim 10 dakikalık bir iç mücadele sonucu, bütün irademi kaybederek "paketleyin o ceketi!" cümlesi çıkıverdi ağzımdan.

Eve giderken yol boyunca, Gollum'un yaşadığı iç çekişmelerin aynısını yaşadığımı hissetim:

Benim olmalı, benimmm!! Kıymetlimssss! 


Hayır, olamaz, ne yapıyorum ben! AMA o MERCAN kırmızısı! Giyemezsin sen onu! Mahveder seni o kırmızı!!


Hayır!


Evet!

Annemin onayını almam gerekiyordu acilen. Birisi beni rahatlatmalıydı!

Annemden beklediğim cevabı alamamış olmanın üzüntüsüyle, bu sefer Koca'ya bir foto yolladım ivedilikle !

Koca'dan  da tatmin edici olmayan, pek diplomatik bir cevap alınca, son çareyi kamu oyu yoklamasında buldum:

"Ey sevgili dostlar, söyleyin bakalım bu MERCAN rengi deri ceketi (ok, kırmızı işte!) giyebilir miyim sizce? Yakışır mı? Kaldırabilir mi tarzım bu rengi?"

Sosyal medyada aldığım her olumlu cevapta mutluluktan dört köşe olan ben, bir yandan da hala annesinden onay almaya çalışan eşşek kadar olmuş bir doğum günü çocuğu olarak: "Bak anne, sen anlamıyorsun... Moda bu renkler, moda! Hem bu yaşta giymicem de ne zaman giycem? New York'ta millet neler giyiyor, ben mi bir kırmızı ceketi giyemeyeceğim? Hmpfff.. Çok yakışmış, bak! Öyle diyor arkadaşlarım...!" diye haklı çıkarmaya çalılıyordum kendimi :-P

Arada bir iki "olmamış" cevabı alsam da, hiç moralimi bozmadım, ceketimden de vazgeçmedim!

Aradan bir hafta geçti..

Malesef Ankara çok sıcak olduğu için ceketimi tek bir akşam giyebilme fırsatım oldu. New York'ta telafi ederim artık dedim, ama ayak bastığımda iğrenç bir havayla karşılaştım burada da..

Bu sabah ise, hevesle ceketimi giymeyi düşünürken, sevgili kocamın ağzından şöyle bir cümle çıkıverdi:

"O gün doğumgünün olduğu için birşey demedim ama.. 35 yaş krizi ceketi almışsın kendine tam anlamıyla!"

Şok!

Bu sefer gözlerim şaşı, kalakaldım resmen!


Neyse ki bizim andropozumuz yok, olsaydı herhalde Pretty Woman çizmelerine yapışıverirdim bu sefer de !!


Krizin bana kazandırdığı ikinci alışverişimi görünce nasıl bir tepki verecek merak ediyorum :-)

Hem mavi, hem martılı (hem de kemik çıkartmayacak cinsten!)


Gittim, kazandım, kaybettim, geldim..

Veni vidi vici durumunun biraz karmaşığını yaşadım geçen hafta Ankara'da.

Tr'ye gittim mutlu oldum
Annemleri ve abimleri gördüm mutlu oldum
Çalıştım, paramı kazandım mutlu oldum

Herşey buraya kadar çok güzel di mi? Bence de güzel, hatta daha da güzeli oldu. Durun anlatayım da hep beraber gülelim:

Brüksellahanası Ankara'Lı olduğu için, üniversite senelerinden kalma bir alışkanlığını her gittiğinde muhakak yerine getirir: güne radyo odtü'yle başlar, eve radyo odtü dinleyerek döner her akşam :)

Bu sefer, kendi evimde kalmak yerine baba evine taşındığım için  bunlardan ilkini yerine getiremedim (onun yerine her sabah babamın güne başlarken çaldığı farklı farklı klasik müzik dinletileriyle uyandım, bangır bangır!-ama keyifliydi çok), işte ikincisini de günlük koşturmalarımız arasında trafikte geçirilen zamanda bol bol yaptım.

Hatta öyle bir yaptım ki "Eve dönerken/Bir Bahar Akşamı" programını arayarak canlı yayınlara bile katıldım...

Hikayemiz şöyle başlar: Bütün bir gün doktorlarda geçmiş (amerika'da çok pahalıya ondan!) rutin kan tahlilleri, tiroit ölçümleri vs derken Ulus'ta esnaf lokantaları teftişe çıkılmış, günü bitirmiş babişkomla eve dönüyoruz...

O da ne?  9 Mayıs Avrupa Günü vesilesiyle Avrupa Gezisi veriyormuş Radyo Odtü şanslı 9 çifte!

Sohbet konusu ise "hadi gittiniz Avrupa'ya (herhangi bir şehrine), yapacağınız ilk şey ne olur peki?

İçim kıpır kıpır dinliyorum. Roma'yı hayal ediyorum kafamda. Yeniden ayak basacağım günü canlandırıyorum zihnimde.. Bilek burkan arnavut kaldırımları, pastel tonlarındaki şehir, borghese parkı, binaların dökülmüş sıvaları, palmiye ağaçları, heykelleri, çeşmeleri, taze bufalla mozzarella'ları geliyor gözümün önüne...   Vespa'nın üstünde yüzüme vuran rüzgarı, fıstık çamlarının kokularını, palmiyelerle oynanan gölge oyunlarunı hayal ediyorum film şeridi gibi :)

 Öylesine özledim ki, İlker'e bir sabah bu yaz bir aylık İtalya'ya gitsek mi acaba derken bile buluyorum kendimi! Amerika Kıtası bizi beklerken, benim aklım fikrim hala Toskana'da, Amalfi Kıyılarında, fesleğenli buffala mozzeralla'Larında... Ayıp di mi? Evet, farkındayım! Yeter artıK!

Olmuyor.. dayanamıyorum! Aramam gerekiyor! Programa katılıp Roma'ya ayak basacağımda yapacağım ilk şeyi anlatmam gerekiyor! Roma sevgisini paylaşmam gerek!!!

Niyetim yarışmaya katılmak değil. Hatta telefonu çevirirken ben yarışma için değil ama Roma'da muhakkak yapılması gerekeni söylemek için arıyorum demek istiyorum..


Daha geçen günlerde bir arkadaşıma artık dünyanın her köşesinde türk gençleriyle karşılaşmanın verdiği mutluluğu anlatıyordum, artık bizler de millet olarak dünyayı tanımaya başladık. Gezebiliyoruz, ufkumuzu genişletebiliyoruz! Bu genç nesiller için paha biçilmez bir deneyim, okullarda, kitaplarda öğretilemeycek bir şey bu! Ben şanşlıydım, çok gezdim...

Ama insanoğlu işte... iki saniye sonra bu düşüncelerimi bir anda unutuveriyorum ve "ben yarışmaya katılmak istemiyorum" diyemiyorum...belki bilinçli olarak belki de bilinçaltım engelliyor beni. Bilemiyorum...Söyleyemiyorum ama...

Cep telefonumun şarjı bitmek üzere, ben de ev telefonundan arıyorum. Biraz bekletildikten sonra alıyorlar beni canlı yayına.

Kakara kikiri derken...

Rooooma! 
Vessssspa! 
Vızır vızır dolaşın vespanın üzerinde labirent gibi sokaklarında diyorum! 
Ah Roma, vah Roma!!!  diyorum da diyorum!!! :))) 

Kapatınca çok önemli bir görevi yerine getirmişcesine kendimle gurur duyuyorum ve koşarak annemlere anlatıyorum olan biteni. Gene onlara da aslında yarışma için aramıyordum ama diyorum... Aman, zaten bana da vermezler ödülü diyorum...

Sonra ev ahalisinin karnı acıkmaya başladığı için ve bizim evde (benim ev, hani kimsenin kalmadığı ev) yiyecek birşey olmadığı için, toparlanıp annemlere doğru yola çıkıyoruz.

Evde, mutfağa girince açıyorum internet üzerinden Radyo Odtü'yü... Tam da çekilişi yapıyorlar.. Kazanan şanslı kişinin ismini söylemeden çeviriyorlar telefon numarasını.. Birincisinde evde kimse yok galiba diyorlar, bir daha deneyelim diyolar. Gene çeviriyorlar numarayı...

Kulağıma bizim evin telesekreter mesajı ilişiyor..

Basıyorum çığlığı: HAYIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIR!!!!!! OLAMAZZZZZZZZZZZZZZZZZZ!!!!!

Ben neden ev numarasını verdim ki?? Hayatımda hiç bir zaman vermediğim numarayı neden o an verdim? Kafamın içinden binbir tane düşünce aynı anda geçiyor: Olamaz, ben kazanmışım, ama neden beklemedim ki çekilişi!! Anne, baba!! Avrupa'ya iki kişilik bileti ben kazanmışımmmmm diyorum heyecanlı,ağlamaklı ve histerik bir ses tonuyla!!!

Bir yandan da, dinlemeye devam ediyorum. Bir kişiyi daha arıyorlar benden sonra, o da bakmıyor telefona.

Üçüncü kişiye sonunda ulaşıyorlar!! Haklı olarak basıyor mutlu kazanan çığlıyını !!!

Ben ise, azcık hüzünlü ama bir yandan da kısmete inanan biri olarak, niyetin zaten gitmek değildi ki Aslı diyorum. Ama insanoğlu işte.. içten içe öyle bir de pişmanım ki ev telefonunu verdiğime :))

Olsun, ben çok gezdim. Benim kadar mutlu olsun yerime gidecekler de; onlar da varsın tadına gezmenin, yeni şeyler keşfetsinler diyorum...

Şansıma gülüyorum! Ben Radyo Odtü'den çok şey kazanmıştım zaten.. Yarın gene ararım, gene kazanırım birşey diyorum...

Hikayenin sonucu ne mi? Şansına inanacaksın.

Ertesi hafta, doğum günümde, tekrar arıyorum aynı programı. Bu sefer de konser bileti kazanıyorum! Gidemeyeceğim bir konser bileti ama olsun, arkadaşlara vericem zaten  :))


Sunday, November 6, 2011

Yeni Dünya

Yarın yepyeni bir gün...

Yarın yeni yorgunlukların, yeni heyecanların, yeni bir hayatın, yeni keşiflerin, yeni maceraların, yeni dertlerin, yeni telaşların, yeni endişelerin, yeni mutlulukların, yeni dostlukların, yeni tatların, yeni korkuların, yeni zevklerin, yeni özlemlerin, herşeyin en yenisine.... Yarın yeni Dünya'ya merhaba diyeceğimiz, hayatımızın yeni bir sayfasına başlayacağımız güne uyanıyoruz...






Tuesday, September 20, 2011

Kole Isaura

O odayi duzelt, surayi tasi, bu depoyu yeniden duzenle, atilacaklari at, verilecekleri ver, goturulecekleri ayir, kalacaklari duzenle; yeni bir dolap al, icini birakacagin esyalarla doldur; babanin 2 senedir rica ettigi ama senin hep ihmal ettigin kutuphane hayalini gerceklestir; ikea'dan kutu kutu kutuphane tasi, monte et, yerlestir; ruh sagligin icin spor ve yoga yap, enerji versin, vitamin depola diye taze meyve suyu icmeye calis; anneyi her gun disciye gotur; manikur yaptiracagin gunun hayalini kur, cikan beyaz saclarini her gordugunde 'ben boyle nasil dolasiyorum' de; kosturmadan dolayi verdigin 3 kilo icin sevin; doktor islerimi gitmeden halledebilecek miyim de; agregasyona da giricez ama nasil gircez diye kara kara dusun; butun isleri bitirince kaplicaya gitsem mi ki diye hayaller kur:  yeniden yararilmis sekilde sac, kas, biyik, el ayak 4/4'luk sekilde kuaforden cikacagin gunu dusunurken bile gozlerin dolsun...

Gundemim budur arkadaslar.. 2 haftadir kole gibi calisiyorum, kendime tatil verecegim gunun hayalini kuruyorum!

Vzzzzzzt hizli film seritleri seklinde gozumun onunden gecen sahneler: Ankara, Roma, anne&baba'yi Italya'da gezdir, Roma'ya veda, salya sumuk, tekrar Ankara, valiz topla, evi kapa, son gunlerin tadini cikar, vedalar medalar hooooop .....ileriye sardim, veee:

NYC'de birinci gun:

Sil bastan ev kur!!!

Evin her odasinin olcusunu tek tek al, hepsini kafa defterine not et; once bir piyasa arastirmasi yap ama en kisa zamanda karara bagla ve (muhtemelen ikea!) butun ev mobilyalarini tek bir adresten almaya ozen goster; elindeki listenle mobilya dukkanina git.... (hadi sans senden yana ve boya badana ihtiyaci olmadigini varsayiyoruz evin!)

koltugu, sehpasi, yemek masasi, sandalyesi, bufesi, halisi, Tv kosesi, muzik kosesi, calisma masasi, tablosu, kutuphanesi, lambasi, avizesi, banyo paspasi, ecza dolabi, sabunlugu, wc fircasi, dus perdesi, mutfak perdesi, kahve makinesi, tost makinesi, kettle'i, mikro dalgasi, masasi, bicagi, kepcesi, kesme tahtasi, suzgeci, tenceresi, fincani, tepsisi, kupasi, tabagi, bardagi, canagi, masa ortusu, catali bicagi, pecetesi, havlusu, aynasi, yastigi, yorgani, carsafi, nevresimi, yatagi, elbise dolabi, ayakkabiligi, bilgisayari, televizyonu, interneti, kablolu yayini, gsm operatoru, tarifesi, marketi, kuru temizleyicisi, manavi, balikcisi, esnafi, mahallesi...........  diye diye yeni bir ev, yeni bir hayat KUR !


Butun GOCEBELERE, GURBET KUSLARINA, KOLE ISAURA GIBI CALISAN EV KADINLARINA,  BENIM GIBI Y MESLEK GRUBU ESLERINE....

 IBO'DAN ALLAHIM NEYDI GUNAHIM gelsin!!




Wednesday, September 14, 2011

Evdeki ses, evdeki ses...

... BOMBA !!!!! diyerek devamini getirmemi isterdiniz di mi??

Yok kardesim, evdeki ses bomba momba degil!! Evdeki ses son derece kil bir ses...

Ankara'ya geldigimden beri dogru duzgun uyku uyuyamadim (annemlerin evi haric, mmmm; yok vallahi baba evi gibisi :P insan butun derdini tasasini kapida birakip oyle giriyor sanki o eve :P).

Ne diyordum? Hmm, evet... Her gece patir kutur seslerle yatagimda sicriyorum adeta. Hayir simdi ben zaten huylanan biriyim, o yuzden kulaklar dik yatiyorum ve bazen sirf huylandigim icin butun kapi pencereleri siki siki kapar oyle yatarim (bu da tirsik dememek icin buldugum yeni kelime: huylanmak !) 

Seslerin once nereden geldigini tespit ettim: cati. Sonra bu seslerin, isi degisikliginden oturu esneyip gerilen yapi malzemelerinden cikabilecegini varsayarak, rahat bir nefes alip uykuma geri dondum (neymis yani: her perili evi perili sanmayin!!) 

Sonra, gecenin bir korunde aniden biri misket dusurmuscsine catidan gelen sesle sicrayarak uyanir oldum. Bu sefer sucluyu saksagan ilan ettim. Zaten gun boyu o cati senin bu cati benim bahcenin etrafinda fink atiyorlar :))

Gel gor bende simsekler yavas yavas cakmaya basladi, ipuclarini birlestire birlestire; ve her duydugum sese pur dikkat odaklana odaklana sonunda evdeki sesin kaynagina ulastim !!!

Sonraki paragraflar hassas bunyelere uygun degildir- uyarmadi demeyin!!!!!

Efendim.... o "evdeki ses, evdeki ses... BomBa" hakikaten benim icin bomba gibi bir gercek olarak hayatima giriverdi...

Duydugum sesleri, benimle birlikte uyumaya ikna ettigim annemle paylastim (ne yani siz buyudunuz diye artik anneciginizle uyumaz mi oldunuz??)

Annecigim en dogal ses tonuyla " Sizin odanin catisi cok yuksek ve arada bir cati boslugu var" dedi. Bunu demekle kalmayip bir de ustune ustluk soyle bir cumle ekleyiverdi (gene en dogal ve sakin ses tonuyla!) "herhalde faredir"

Dunyam yikildi!! Basimdan asagi kaynar sular indi!!! Bayilip bayilip dirildim sandim!!! 

Annemin soguk kanlilikla benimle paylastigi bu bilgiyi, ben bu sefer biraz daha endiseli bir ses tonuyla ama hep saka temasinda once ilker'le, sonra da babamla, sonra da abimle paylastim...

Herkesten gelen cevap ayniydi: "olabiliiiir" 




Su satirlari yazarken bu sefer de bilye degil sanki bozuk para dusercesine catir cutur sesler geliyor cati boslugundan....

Ben ne mi yapiyorum?? Hiiiic bozuntuya vermeden hala oturmus blog yazisi yaziyorum bu konuda. Ne demisler: Korku, yenilmek icin var olan bir duygudur!! 

Hiiieyt!! El mi yaman, ben mi yaman?!! Son gulen ben olacagim, hahhhaaayt !! Su an sadece biraz daha sure tanimis durumdayim size.. o kadar.

Neden diyeceksiniz? Neden ciyak ciyak o evden kacip, huzurun hic eksik olamdigi 'baba evine' siginmadin?

Niye kacacakmisim efendim? Onlar kacsin benden ! (batan gemiyi terk etmeyen kaptan misali!)

Bir de itiraf etmem gerek. Her ne kadar dusuncesi bile beni igrendirmeye yetiyor olsa da..




Su lanet olasi Ratatouille filmini seyredeli ben bir garip oldum !!!!!!!!!!!!



Gozumun onune yukarida koloni halinde yasayan Remy ve saz arkadaslari geliyor. Surunun reisinin (yani Remy'nin babasinin) ogluna "insanlara bulasma sakin"  uyarilari kulagimda cinliyor hala!

Sevimli de geliyorlar keratalar.. Ben kimim ki benim kadar bu dunyada var olma hakkina sahip bir baska canliya  "sen igrencsin o yuzden gebermelisin" diyeyim???

Ic sesim " N'ooooldu?? Cok mu cizgi film seyrettin?" diyor


(EVET!! Bu da gene cizgi film sevgisinin bir  baska urunu!!! Kahrolsun BEE MOVIE!!! )


Anlayacaginiz derdim buyuk... elim telefona gidip gidip duruyor... bu isi kokunden cozmem gerek, ben de biliyorum.. Ama boyle bir katliama sebep olmak da istemiyorum! Garip miyim neyim???

Ben biliyorum sonunda olacagi.. "Aaa Remy eve kiz getirdi; aaa Remy ve saz arkadaslari rulet oynuyooo; aaa Remy'nin torunlari oldu" diye diye bir gun o torunlardan biriyle burun buruna gelicem ve patlatacam cigligi!!

Sonra da sittin sene bu eve adimimi atamayacagim.. Taaa ki komple butun evi dezenfekte edene kadar (10bin kere!!).

Haa, niye mi bu kadar rahatim? Her gece kapi pencere full kapali yatiyoruz! Annemin o sakin ve dogal ses tonuyla verdigi bilginin icerisinde catinin evle hicbir baglantisinin olmadigini ogrendim ya, ondan ;-) (yani boru moru gecmiyor kardesim, komple kapali!! bizim eve giris yok!!!....) (... bak yazarken birden o kadar emin olamadim kendimden...)


Ay tamam! Yeter bu kadar ratatouille muhabbeti... 

Hepinize Remy'siz geceler diliyorum!!!






Sunday, September 11, 2011

Yazacak cok sey var halbuki... (o yuzden ayfon uygulamalari hakkinda yazmaya karar verdim!?)

Yazacak cok sey olmasina ragmen, ben isinma turu olsun, ellerimin pasi gitsin diye kisa bir yazi yazarak ise koyulayim dedim :)

Malesef bu yazi Apple'cilarin isine yarayacak turden olacak :(( Cunku kesfettigim ve hastasi oldugum iki yeni uygulamadan bahsetmek istiyorum ve malesef bu uygulamalar ne android, ne de blekberi icin mevcut degil :(




Ama inanin bana, bunlari Ayfonunuza ya da Aypedinize yukleyerek maksimum fayda elde edeceksiniz - Garanti ! Ehe ehe :)) Benim gibi hatta manyagi olur cikarsiniz belki de :P

Efendim, birinci uygulama Nike'a ait ve bedava bir uygulama !

Bu arada, ben artik bazi seyleri Amerikan aksaniyla okumaya ozen gosteriyorum (!!??), o yuzden senelerdir bildigimiz Nayk'imizi, lutfen  bundan boyle Nayki diye telafuz etmeye ozen gosterelim - bu da benim Amerika oncesi "adaptasyon" calismalarimdan biridir :P



Evet, Nayki genc, dinamik, sehirli kadinlar icin (illa bir de sehirli olacak ya!) evde kendi kendine yapabilecekleri super bir spor uygulamasi yaratmis : NIKE TRAINING CLUB (tikla) kisaca NTC yani.

Farkli ihtiyaclara gore 4 kategori sunuyor. Bu kategorilerin hepsini 3 ayri seviye icin ayarlamis (baslangic/orta/ileri) ve gene her seviye icin 30 veya 45'er dakikalik programlar hazirlamis. Buna ek olarak, bu 30 veya 45 dakikalik spor programina destek verebilecek ozel olarak basen, bacak, kol, sirt vs gibi bolge calistiran egzersiz programlari da bulunuyor :)


Yani insan hic evden cikmadan, sanki ozel bir antrenorle birlikte kendine super bir egzersiz programi hazirlamis gibi hissediyor :))

Roma'da evi spor salonuna cevirdim resmen! Spor yaptikca hangi hormon salgilaniyordu..??  Hangi hormon olursa olsun valla hakkini vermek lazim! Cunku benim yaptikca yapasim geliyordu :) Ve inanin 2.haftadan itibaren, haftada 3-4 gun 30'ar dakikalik rutinlerle gercekten de vucudumda degisiklikler fark etmeye baslamistim...

Ama o ilk gunumu ne siz bana sorun, ne ben size anlatayim!!! Tamam, nasil hamlamis oldugumu gozunuzde canlandirmaniz icin soyle soyleyim ben: 5 gun boyunca oturup kalkarken agladim resmen!!! Gozunuzde canlandi mi o halim? Iyi...

Neyse, bu uygulamada en sevdigim seylerden birincisi, her hareketin videosu var. Bu videolara hareketi yaparken "dogru mu yapiyorum acaba?" dediginiz an ulasabiliyor olmaniz da ayri bir guzellik :)))

Ikincisi, kendinize super motive edici bir muzik listesi yapip, 30 dakika boyunca kendi secmis oldugunu listeyi dinleyerek egzersiz yapabiliyor olmak cok hosuma gitti !



Bir de tabii Amerikan ekolu bir uygulama oldugu icin "Son 10 saniye; Ha gayret; Supersin! Basardin!" tarzinda ozel antrenorunuz sizi gaza getiyor bol bol :))

Hatta bence simdiye kadar yapilmis en GUZEL uygulama budur! Hem bedava, hem faydali, hem cok pratik, hem de cok kapsamli :)) Bundan iyisi Sam'da kaysi !!


-----



Bahsetmek istedigim ikinci uygulamanin once bedava surumunu indirdim. Ama sonra beni kesmedigini fark edince, 1 veya 2 dolara (unuttum simdi fiyatini) full versiyonunu yuklemeye karar verdim ve pisman degilim.


Bu uygulama bir YOGA uygulamasidir. Benim gibi yoga'yi seven, ama kursa gidecek enerji ve zaman.. hatta istek bulamayanlar icin ideal bir cozum bence. Tek ihtiyaciniz olan sey bir yoga halisi :)

Ismi sanirim (Viaden) Yoga Application.

Bunda karar kilmadan once, inanin bana bedava olan bir suru farkli yoga programi yukledim ve denedim. Ama bedava versiyonlar arasinda  gene en iyisi buydu..

Digerlerinde ne zaman bir pozisyonun uygulanisina bakmak istesem beni hooooop youtube'a bagliyordu! Gicik oldum hepsine!!! Bir tane daha vardi ilgimi ceken ama o da sirt icin ayri bir yoga programi satiyordu, denge icin ayri, ot icin ayri vs. vs...  Ugrasmak istemedim acikcasi. Kararimdan da memnunum ki size de oneriyorum :))

Ama, bir noktaya dikkat cekmek isterim. Uzman degilim ama kanimca sifirdan yoga'ya baslamak isteyenler icin cok uygun degil bu tur yoga applicationlari. Sadece havasini solumak. mantigini biraz kavramak, nefesin onemini hatirlamak icin once bir yoga dersine katilmak iyi olur gibime geliyor. Ben seneler boyu yoga'ya bir giden, bir gitmeyen tiplerdendim. Gitmememin sebebi nedense ders saatlerinde hep yapacak baska biseyimin olmasi veya cooooook useniyor olmamdi. O yuzden, evde istedigim saate, istedigim uzunlukla bir rutin secmek bana cok iyi geldi :)

Roma'da cok uzun bir sure her gun yogami yaptim, hatta tatile inanmazsiniz yoga mat'imi bile goturdum ve gene inanmazsiniz ama yogami da yaptim!!! Aferim bana valla :))

Bazi hareketleri onceleri yapamiyordum, onlari da yavas yavas yapabilmeye baslamak guzel bir duygu oldu :) Kendini disipline sokup, vucudu ve sagligi icin birseyler yapiyor olmak hakikaten garip bir gurur kaynagi oluyor :)

Bu programda sevdigim ozellikler sunlar:

- Dort ayri seviye icin onceden hazirlanmis ve belli bir amaca hizmet eden yoga rutinleri var. Mesela sirti ve gobegi guclendiren bir rutin var ki, bence cok basarili. .

- Bu rutinleri yoga hocasinin sesli talimatlariya yerine getiriyorsunuz

- Secebileceginiz birkac "zen" muzik arasindan kendi fon muziginizi veya ayfonununzdaki listelerinizden birini dinleyerek de rutininizi yapabiliyorsunuz.

-Anlamadiginiz bir hareketi ya video ya da aciklamali olarak tekrar okuyabiliyor veya seyredebiliyorsunuz.

- Istediginiz yerde durabiliyor, programi sonlandirabiliyor ve takvime kaydedebiliyorsunuz.

-Takvimden hangi gun hangi saate hangi rutini yaptiginizi gorebiliyorsunuz.

-Hazir rutinlere ek olarak, bir de gene 4 ayri seviye icin 100 kusur yoga pozisyonu albumu var.

-Albumdeki pozisyonlarin aciklamalari, videosu ve bir de hangi kas grubunu harekete gecirdigini gosteren bir resim var bazilarinda.

- Albumdeki pozlardan kendi rutininizi olusturabiliyorsunuz. Ben yaptim, cok basarili olmadi ama :(



Aklima gelen ozellikleri bunlar. Aslinda ozelliklerinin hepsini cok kullanisli ve faydali buldum :)) Insan kendi temposunda yasamak istiyor bazen. Ben su siralar oyleyim sanirim. Bir de Roma'da ne spor salonu, ne de yoga dersi ayaracak hal yoktu bende. Sadece hareket etmek zorunda oldugumu biliyordum ve bunun icin bir cozum bulmam gerekiyordu. Benim cozumum teknolojik destekle geldi :P


Efendim, sebebini sormayin. Amaaan...surada biz bizeyiz  di mi?? Olay suradan cikti: insan 20'sindeki gibi olmuyormus 30'larinda.. Hele bir de artik tiroidlerim calismaz ve disaridan hormon ilaci almaya baslar oldugum icin aboooov... gelsin bana ekstradan 10kilolar :))) Once deli oldum, sonra yakistigini fark ettim (yok, valla cok zayifmisim ben (47yi gordugumu bilirim!)). O yuzden, kilo almak iyi geldi ama giderek daha fazla kendini gosterir hale gelen gobusum beni fena bunalima sokuyordu... Buna bir de saglikli yasama bilincini ekleyin.. 35'e yaklasma panigini de 3'le carpin. Iste size sebep!! :D


-----


Neyse, uzun lafin kisasi, demis oldugum gibi bu bir isinma turuydu benim icin. Daha guzel, daha sicak temalarla geri donecegim. Vatikan Muzesine 3.kez gittim ve artik bir Rafael yazisi yazma zamani geldi de gecti bile!!

Adroidciler, blekbericiler lutfen kusuruma bakmasinlar ama ozellikle NTC uygulamasi malesef sadece Ayfon ve Ayped'de var...





.

Tuesday, June 28, 2011

Deli kızın günlüğü


Kılımı kıpırdatasıım yok...

Sanırım bütün işler bitince kalakaldım birden. Ne yapacağımı şaşırdım. Dışarı çıkasım hiç yok. İç sesim ama şunu söylüyor: Deli misin sen? Roma'da evde mi oturulurmuş?? Valla oturulur. Ama artık Roma'nın en güzel yerinin olduğu, yani salondaki koltuğun olduğu evde değiliz (bkz Ponte Milvio yazısı), ama olsun, gene de evde sakin sakin oturmak istiyorum. Kılımı kıpırdatmadan saatlerce boş boş dijitürk seyretmek istiyorum. Ama evde kablo, çanak hiç birşey yok ki...

Tv olmadığı için ben de kendimi kitaplara verdim. Bir solukta, hüngür hüngür ağlaya ağlaya, Uçurtma Avcısını okudum. Ama bitmesin diye de kendimi okumamaya zorladım... Bir kitabı çok sevince, bitmesini istemiyorum. Bu sefer de ağırdan almaya başlıyorum ama bu da beni krize girmiş eroinmana dönüştürüyor :-/ Yok ağzımdan salya malya akmıyor, o kadar da değil :P Ama gene de komik bi durum çünkü bu krizi atlatınca bambaşka yeni krizlere giriyorum: Bir kere o kitabı bitirip tekrar "okumaya" başladım ya,  bu sefer de okuma dozumu tutturamıyorum ben.. O kadar çok kitaba boğarım ki kendimi, yarısı heba olur. Nasıl mı? Hepsinin ilk 10-15 sayfasını okurum, içlerine kitap ayraçlarımı yerleştiririm.. Bu arada, kitap ayracımı sevmezsem, kitaptan da soğurum (evet arızalıyım)... Sonra o kitaplar arasından bir sonraki "tek soluğu" bulduysam eğer, ona dalarım. Bulamadıysam, sıradaki en iyisiyle devam ederim. Ama aklımın ucunda almak istediğim ama "abartma aslı" diyerek bıraktığım diğer kitaplar olur. Bir yandan da başlayıp beklemeye aldığım diğer kitapları da merak ederim... Bunun sonucu, bu ruh halindeyken okuduğum 2.ci ve 3.cü kitaptan pek birşey anlamam.. Hevesim kursağımda kalır ve 4.cü, 5.ci, 6.cı kitaplar da heba olur işte..

Şu an 2.ci ve 3.cü kitap arasındaki geçiş sürecindeyim.. Allah akıl fikir versin!

----

Sıkıla sıkıla iş için  ve oyumu kullanmak için Ankara'ya gittim. Seviyorum Ankara'yı ama daralıyorum her gidişimde. Sanırım yapacak birşeyiniz olmayınca insan evinde, yurdunda bile duramıyor uzun süre.

İşin güzel tarafı ilk hafta abimle birlikteydim. Çok keyifli oldu ama ben gene cadılığımı yaptım. Cadı sesimi duyunca kendim bile korktum ve utandım. Neden hep sevdiğin insanlara çekilmez suratını gösterir ki insan? Arızaların en büyüklerini eşe, anneye, kardeşe yapmaz mıyız?

Roma'dan geldiğim akşam abim beni havalimanından aldı. Bu benim için çok garip bir durum çünkü 1 senedir hayatım havalimanlarında, uçaklarda geçmeye başladı ve Havaş'a o kadar alışmışım ki, birisinin beni havalimanından alması fikir olarak bile bana çok garip geldi :))

O akşam bir de ayağımızın tozuyla bahçede mangal yaktık, oooh mis gibi :))  Gece yarısında bütün mahalleyi mangal kokusuna boğmamıza rağmen ve o saate yediğim şişler yüzünden gözüme uyku girmemiş olmasına rağen, pişman değilim :D Gene olsa, gene yaparım!

Kitaplara geri dönüyorum, sallantılı bir viraj alıyoruz, kemerlerinizi bağlayın, koltuklarınızı dik konuma getirip, masalarınızı kapatınız lütfen. Virajın sonunda konuyu azcık toparlamış olma umuduyla, birazdan görüşmek üzere :))

Yukarıda zaten söylemiş olduğum gibi, Ankara'da elimden düşürmek istemediğim, bitmesin diye de birer sayfa, ikişey sayfa okuduğum Uçurtma Avcısının verdiği hazla,  gözüm dönmüş bir şekilde attım kendimi Remzi Kitap evine... Bu seferki krizimin kurbanları: The Other Hand (Küçük Arı), A Thousand Splendid Suns (Bin muhteşem güneş), Sunset Park, Lady Chatterley's Lover (Leydi Çaterley'in sevgilisi) ve Hava Kurşun gibi Ağır...

The Other hand'e Ankara'da başladım ve geçen gün (sonunda) bitirdim...Ama dediğim oldu gene:  2.ci kitap kesmedi beni :( Eksik kaldım gene Yok, yok yanlış anlaşılmasın aman.. Çok güzel bir roman, gene gözyaşlarımı tutamadan okudum ama kesmedi beni  işte bir türlü. Tabii, bu arada, ben gene Bin Muhteşem Güneş'in ilk 40sayfasını dayanamayıp okumuştum. Ve kendimce, okuma maratonumun son kitabı olmasına karar kılmıştım.. Uçurtma Avcısıyla aynı duyguları yaşattığı için hemen okuyup bitirmek, harcamak istemiyordum açıkcası.. Şu an karasızlık içinde, bir yanda, baş ucumda Sunset Park duruyor. Diğer yanda, salonda ise Leydi Çaterley'in Sevgilisi bana göz kırpıyor. Henüz hiçbirinin içine dalmış değilim.. Biraz daha sabretmem gerek galiba. Ya da yeni bir Murakami'ye mi geçsem gene?

Utansam mı, utanmasam mı karar veremedim bir türlü ...

Ama zorla bir kitabı sonuna kadar okuyamıyorum  ki ben, izdirap çekiyorum okuyamayınca da. Yemediğimiz ve arkamızdan koşan yemekler gibi, o kitaplar da kovalıyor beni ömrüm boyunca. Nedir bu suçluluk duygusu bilemiyorum. Haklarını yemişim gibi hissediyorum, güzelliklerini göstermeleri için az sabredip, 2.ci bir şans vermemişim gibi hissediyorum. Sanki diğer çocuklardan daha yavaş koşanın yarışını sonuna kadar seyretme zahmentine girmemek gibi, o ipi göğüslerken, o muhteşem finalini yakalarken benim sıkılıp, sabırsızlanıp sırıtımı dönüp gitmem gibi... Nedir şimdi bu? Ben anlamıyorum valla.

Kafayı kitaplarla bozmuş, bu garip halet-i ruhiye içinde, Roma'da, bu sıcakta gene burnumu dışarı uzatmıyorum.

Uzattığımda ise beni eve sokabilene aşk olsun (ayrı bir konu di mi bu gene? Off, tezatlık benim göbek adım!)

Vespa'nın üzerinde sıcak rüzgarın kıyafetlerin içinden püfür püfür eserek geçmesi; güneşin sırtımdan, kollarımdan, dizlerimden süzülmesi... O iğrenç ama bir o kadar güzel arı vızıltısıyla trafiğin içinden geçmek... Ağaçların gölgeleriyle kovalamaca oynamak, sağım klasik Roma, solum rönesans mimarisi diyerek vız vız gitmek anlatılamaz bir haz işte. Beni eve sokabilene aşk olsun :))) Beni Vespa aşığı yapanlar utansın. Ne hallere düşürdüler beni?! Bu sefer de vespa vespa diye krizlere giricem. Neymiş efendim, NYC'de Vespa'ya binilmezmiş. Racon değilmiş, karizma bozulurmuş }:-(

Hmpff!!!!

----

Haziran ayı da geldi geçti, 2011'in yarısını da arkamızda bıraktık. Şaka gibi!

Suzan Miller'in Haziran ayı burç yorumunu okudum. Eee ne demişler, fala inanma, falsız kalma :))  Haziran için bomba bir ay diyordu..

Mayıs için de öyle demiştin bak, iş güç muhteşem diyordun.. Tamam kötü değildi ama muhtşem denecek kadar da değildi hani.. Yoksa ben mi bunamaya başladım.. Hatırlamıyor muyum? Muhteşem bir şey oldu mu yoksa? Bir tek hiç beklenmedik bir iş çıktı karşıma, hem de Roma'ya geldiğim gün. Bu vesileyle, Roma'da da hiç çalışmadım diyemem artık :D

----

Bir sonraki uzun soluklu ve adam akıllı blog yazımı gene Vatikan Müzesine ama bu sefer Rafael'e adayacağım..

İnşallaaaaah! Maaaaaşallah tabii...


Aslında, geçen ay yaptığımız Vatikan Müzesi turumuz hem iyi hem de felaketti. Felaket kısmı bence rehberin iyi olmamasından kaynaklandı. Herşeye rağmen iyi kısmı gene de ağır bastı. Herşeyden önce, sanatına hayran ama kendisine biraz kıl kaptığım Rafael'i sevdim mesela :) Belki de sanatıyla daha yakından tanışma fırsatım olduğu içindir,  mesela Rafael'in odalarını gezebildik bu sefer. Gerçekten de hayran kaldım!  Ağlatacak cinsten güzellikte detaylar var.. Demin resimleri düzenliyordum, ayrı bir Vatikan Müzesi dosyası yaptım. O heykeller, frescolar, tablolar.. bu yaratıcılık, bu beceri gerçekten de yetenek ötesi bir şey bence.. Allah vergisi diyoruz ya. Evet, kesinlikle başka bir dünyadan, başka bir boyuttan ödünç alınmış bir yetenek bu !!

Bekle beni blog dünyası, Rafael'in freskolarıyla dönüşüm muhteşem olacak :D

Çok Yakında!

----

Boyut demişken, Dr. WHO seyredeniniz var mı bilmiyorum ama HASTASI oldum ben dizinin. Zamanda yolculuk falan filan konusu ama çok keyifli ve çok komik bir diziymiş.. İlk bölümleri daha vasattı ama insan 2.ci sezondan itibaren sevmeye başlıyor, hele hele 3.cü sezonda felsefi konulara da el atınca daha bir heyecanla seyreder oluyor :) Mesela bir bölümde "şeytan"la tanıştık. Bilim Kurgu dizisinde Şeytanın ne işi var di mi? Valla çok da güzel yerini bulmuşlardı, aferim İngilizlere :))

----

Bu yazının başlığını yazdım yazdım sildim. Şu son satırları yazarken sonunda bunun ne olduğunu anladım: Deli Kızın Günlüğü! Havalar, bence suç havalarda! Valla! İnsanda beyin meyin kalmadı şekerim, olan zaten azcık bişiydi, o da eridi gitti :))


Ciao ciao!!!

Saturday, June 18, 2011

Karga sesli Lahanadan Haziran ayının favori ezgileri

Buraya koyduğum bütün şarkıları Tr'ye geldiğimde keşfettim (evet itiraf ediyorum, evde&arabada sürekli radyo odtü açık :P).

Geçen Big Big Bang'i mırıldanmaya çalıştım bir arkadaşıma ve bu işte pek başarılı olmadığımı anlayınca (34 sene boyunca anlamamıştım da...), ben boşuna kimseye bişiler mırıldanmayım dedim.

Şu sıralar karga&detone sesimle mırıldana durduğum aşağıdaki şarkıları kimseye eziyet etmeden en temizi blogdan paylaşmak olacak :)

İşte ilk 5'im :))

NUMERO UNO



NUMERO DUE



NUMERO TRE



NUMERO QUATTRO



NUMERO CINQUE

Monday, February 28, 2011

Yalaaaan söylüyorsun, yalan!

Önce Cem Yılmaz'ın aşağıdaki skeçini seyredelim lütfen.



Seviyorum ben bu adamın mizah anlayışını :) O kadar çok seviyorum ki, yaptığı espirileri bile fil hafızamın bir köşesine kazıyorum. Sonra da söylediklerini kanıtlanmış, şüphe götürmeyen somut verilermişcesine bir güzel kabülleniyorum. Ciddi bir sıkıntı yaratabiliyor tabii bu durum... Nasıl mı? Buyrun anlatayım, rezilliğime hep beraber gülelim (Çok gülmeyin haaaa, darılırım yoksa. Ciddiyim!) :P


I.PERDE

Kadın çok sevdiği biricik kocasını bir hafta önce Roma'ya yollamış. Kendisi üzülerek Ankara'da kalmak zorunda kalmış. Uyuz ve sıkıcı bir akşamında faydalı bir iş yapmaya karar vermiş - Gecenin bir vaktinde, can sıkıntısından girişteki aynanın önünü temizlemeye kalkışmış.  O kadar çok ıvır zıvır varmış ki: bozuk para mı ararsınız, buruşturulmuş fişler mi, notlar, faturalar mı, yoksa göz damlaları mı siz karar verin... Kadıncağız, saklanması gereken fişler ve faturalar güme gitmesin diye tek tek, bir güzel ayıklamaya koyulmuş aynanın önündeki ıvır zıvırları. Güzel güzel ayıklarken, değişik bir makbuz geçivermiş eline. Kadın şaşırmış :


"Cica Cica Boom-  Night CLub, Floor Shows, Lap Dancers" ?????  40 Euro ????  

- Ulan Adam... Gidecektin de bana niye söylemedin?? Hem niye bensiz gittin ki?? Aşk olsun yaaa, niye söylemiyorsun gittiğini??? :((( 

Kadının gözü yavaştan seğirmeye başlar, dzzzt dzzzt diye arıza sesleri çıkmaya başlar beyninin bilumum köşelerinden.... 


II. PERDE

 Karı koca Facebook'tan çetleşirler : 

- Amore mio?? Sen hangi arada derede gittin striptize? Hem bana niye söylemedin? Bekleseydin birlikte giderdik? 40 euroluk makbuzu bulmasam söylemiyeceksin? Lapdance makbuzu mu bu? 

- Ne makbuzu? Ne lapdance'i????

- Ahaha :)) Unuttun söylemeyi, di miii?? Şimdi de kafanı toparlayıp, işin içinden çıkmak için zaman kazanmaya çalışıyorsun.. Hadi ordan, hadiii :)) Yeme beni :) Soruya soruyla cevap verme İlker. Valla tam Cem Yılmaz skeçine döndün, haberin olsun :))) Ahahaha :))

- Ya valla ne makbuzu, anlamadım. Hem lapdance makbuzu mu olurmuş?? Neden bahsediyorsun anlamıyorum. Fotoğrafını çekip yollasana, vardır elbet mantıklı bir açıklaması.

- İlker.. (kocaya isimle hitap etmeye başladı mı kadın bilin ki havada gerginlik var) İlker, bak gerçekten de gittiğin için kızmıyorum. Sadece bana neden söylemedin onu anlamıyorum. Ona bozuldum ben :(( Sen böyle uzattıkça da canım sıkılıyor, haberin olsun... 

- Aşkım, ben seninle herşeyi paylaşıyorum! Bunu niye saklayım ki?? Valla vardır mantıklı bir açıklaması. Fotosunu yollasana harbiden. 

- İlker, lütfen yeme beni. Kocaman bir makbuz işte! Hem tepesinde hem sağ alt köşesinde kocaman "Cica Cica Booom- Night Club, Floor Shows, Lap dancers" yazıyor. 40 euroluk makbuz kesmişler işte... 11 Aralık'ta kesmişler... Percorso yazıyor ortada.. (kadının iç sesi: Ööö..) Sağda üstte Taxi no'su yazıyor, öööö.... (iç ses: Aboooo!)

- Ne oldu?

- Hmmm, yok bişi... (iç ses: rezilsin Aslı, rezil !! Nasıl kaçar gözünden şu koskoca yazı ?!)

- Ya, 11 Aralık diyorsun da... Sen o tarihte Roma'da değil miydin? 

- Evet.. o gün Ankara'ya uçtmuştum. (kadının yüz kıpkırmızıdır, başından aşağı kaynar sular akar bir yandan da patlatacak kahkahayı ama nasıl tutuyor kendini utancından). 

- Ne oldu? Yolladın mı fotoyu?

- Hı, hı. Yolladım, yolladım.. Hmmm.. Öööö.... Aşkım?? Bu makbuz şeymiş galiba, şey... Bu makbuz benim Roma-Fiumicino havalimanı için taksi makbuzum....muş...galiba...  Dikkatli okumamışım da.  Ehe ehe ehe :)) Kem Küm, ihi ihi :)) Ama olur mu yaa?!?  Heryerinde Cica Cica Boom yazan taksi makbuzu mu olurmuş??? Koskoca stirptiz yazıyor sağında solunda! Hayret bişi!!! Hmppf !!! (Çevir kazı yanmasın) Ooof yaaa, çok salağım, çook! Koskoca percorso yazıyor ortada onu bile okumamışım !! Oofff  (percorso: yol)

- Muhahahahahaha :)))))))))))))) GZ!!! Dedim ben sana, vardır mantıklı bir açıklaması diye... Muahhahaah :))))

- Yaaaa :(((( Ama, ama... Sen birden kıvırtmaya başkayınca gözümün önüne direk Cem Yılmaz'ın skeçi geldi. Bak nasıl da kıvırıyor dedim içimden, napiiim??? Ehi ehi... Kem Küm :-/ Oooof, çok kıl oldum bak şimdi kendime !!! :(( 

- Muahahahaha :)))))) Alemsin Kadın!!!


ve Perde kapanır... 


Wednesday, December 15, 2010

7.399,71 kilometrenin sonunda...

Eveeet, 28 Kasım 2010'da başlayan ve bugün de dahil olmak üzere toplam 18 gündür, 2 geceden fazla aynı yatakta uyuyamadım... Artık bitsin di mi? Bitsin, bitsin.. Yoksa reset atsam da kendime gelemeyeceğim :))

Nerelere mi gidildi?

Roma-Bükreş
Bükreş-Erivan
Erivan-Ankara
Ankara-İstanbul
İstanbul-Edirne-Sofya
Sofya-Cezayir
Cezayir-Roma

Fırıldak gibi ordan oraya döne döne gitmeye hala devam ediyorum sanki- yoksa o dönen benim başım mı?? Evimde, yatağımda uyumak istiyorum, koltukla bütünleşmek istiyorum birkaç gün. Dokunmayın bana !!

Neyse, bavulumun birisini boşalttım, diğer bavuldan didikleyerek botlarımı, ayakkabılarımı çıkardım... ama hala yarısından çoğu bavulda yıkanmayı bekliyor. (bu yazıya fotoğrafları eklerken diğer bavulu da boşalttım, oh be!!)

Bütün bu yorgunluk ve sersemliğe bir de yollarda aldığım kilolar var, o da ayrı bir konu  (yoksa tiroitlerim artık çalışmadığı için olabilir mi??) Haykırmak istiyorum en basitinden: ciyaaaaaak ! Şiştim yahuu.. Balon gibi hissediyorum kendimi. Her iki güne bir 41.000 feet yükseldik ve alçaldık (aklımda kalan anonsların yalancısıyım :P).

Ankara'ya gelir gelmez, aldım mandalinaları, portakalları, elmaları, ayvaları, zencefilleri, narları, kivileri... Aklımca her sabah kendime taze meyve suyu sıkıcaktım, vitamin kokteylleri hazırlayacaktım...Tabii, hı, hı...

Bir de yaşadığımız hava değişiklikleri var: Bükreş'te donduk, Erivan'da resmen güneşlendik, İstanbul'da 4 Aralık gecesi İstiklal'de T-shirt ile yürüdük, ertesi gün iliklerimize kadar donduk. Sofya'da donmaya devam ettik. Cezayir'de biraz ısındık, ikinci gün rüzgara kapılıp uçuyorduk az kalsın. Roma'ya döndük, hava açtı. İstanbul'a o karmakarışık hava şartlarında uçak nasıl indi hala şaşkınım.. Ankara yolları karla kaplıydı ama benim ayak basmamla Ankara'daki tüm karlar eridi ?!

Her zaman olduğu gibi, dönüşümde gene bir yerlerim pörtledi (bu sefer burnumda bir "sivilce" çıktı ve yüzümün sağ tarafı şişti, dişlerime, kulağıma kadar ağrı yaptı. iyi yönü de var ama: dudaklarıma silikon enjekte etsem nasıl olur, görme fırsatım oldu- yok kalsın almayım)

Sızlanmaya devam edebilirim, ama bence bu kadarı yeter :))

Ama sorarsanız değdi mi diye???? DEĞDİ, HEM DE NE DEĞDİ !!!

Assange ile aynı cevabı veriyoruz bence: Evet anneciğim, değdi valla :))))

Şimdilik bu kadar... bonus olarak tadımlık birkaç resim koyayım bari.

"Power to the people" isimli çalışma
Bükreş- Parlamento Sarayı

Erivan- Cumhuriyet Meydanı

Küçük Ağrı- Büyük Ağrı 

Sofya- St. Sofia Heykeli

Son Çağrı- Cezayir yolcusu kalmasın

Cezayir- Casbah

Thursday, October 7, 2010

Biscotti mia

Yeni bir mekan açıldı Ankara'da. O kadar tatlı ve sıcak bir ortamı var ki, sanki evde oturmuş caddeyi seyrediyormuş gibi :)


Kabul etmem gereken bir şey var.. Ankara güzel bir şehir değil. Ankara güzel dostlukların oluştuğu ve bu yüzden gözümüze güzel gelen bir şehir... İşte bu yüzden Ankara'da en sevdiğim şeylerden biri, sevdiğim insanlarla güzel bir ortamda, güzel şeyler yiyerek/içerek sohbet etmek, dertleşmek ve bol bol gülmek :)


Ankara'daki mekanlar hakkında pek fazla yazım yok. Sevdiğim birkaç belli yer var.. Biraz da tutucuyum galiba bu konuda, tipik boğa işte :)  Aslında tutuculuk demek yerine minik ritüellerim var ve onları yerine getirince çok mutlu oluyorum desem daha doğru olur. En basitinden: güzel bir kahve, sıcak bir ortam ve sürükleyici bir kitap :)) 

Biscotti mia size ilk ikisini sağlayacak çok hoş bir yer. Garip bir sonbahar günü gitmiştik. İlk başta yağmur yağıyordu, sonra birden güneş açtı, ardından güneşle yağmur gene bir araya geldi.. İçeriye giren ışığın güzelliği gerçekten muhteşemdi. 


Kahvaltıda yediğimiz poğaçalar süperdi.  Doyduğum için tadına bakamadığım ama vitrinde duran kişler ve tartlar ve pastalar ve kekler.... hepsi muhteşem gözüküyordu !! Daha çok yeni açıldığı için "menümüzü daha tam oturtamadık" dediler.  Olsun, ben bu halini bile çok sevdim :)

Sizlere de bir göz atmanızı tavsiye ederim.. 


Adres: Uğur Mumcu Cad.37/6 GOP
Tel: 0312/ 436 51 00-01

Monday, September 20, 2010

before/after...


Before: 


 After...

Roma'dan Ankara'ya gelmek tahmin edildiği gibi ZOR oldu.

Saturday, September 11, 2010

Domo arigato Murakami-san

Sonunda teeeee plajda okumaya başladığım, Ankara'da, Bakü'de ve Roma'da kapak bile açmadığım (aaa pardon son 2 gün gene bir yerlerde bişiler beklerken cappuccino eşliğinde epey bir okuyabilmiştim :)), neyse ama israrla çantamda taşımaya devam ettiğim VE sonunda dün gece bitirebildiğim Norwegian Wood'u ŞİDDETLE tavsiye ederim.

Bende uyandırdığı duyguları tarif etmek istiyorum ama edersem kitabı anlatmaya başlarım ve bunu hiç istemiyorum. Diyebileceğim tek şey: Uuzun süredir okuduğum en güzel romandıOKUYUN!  Çok güzel bir dille yazılmış, keşke japoncam olsaydı da orijinal dilinde okuyabilseydim...

Japon yazar Haruki Murakami ile bu kitabı sayesinde tanıştım- geç bile kalmışım bence- ve diğer kitaplarını okumak için sabırsızlanıyorum dersem abartmadığımı bilin :))

Yarın uzun bir otobüs yolculuğu beni bekliyor ve bavulumda okunacak 2.kitap olarak yanımda taşıdığım "Platon bir gün kolunda bir ornitorinkle bara girer..." var. Birkaç sayfa okudum ama Murakami'den sonra kesmedi.. yok, valla kesmedi. Aynı ayarda, aynı güzellikte bir roman istiyor canım.. Hatta mümkünse derhal bir Murakami daha okumak istiyorum!! 

Ankara'ya varır varmaz önce oyumu kullanıp sonra kendimi Remzi kitapevine atacağım...

Bonus: Bu sene çekilen filminin trailer'ı..  tadımlık :)) ( Fena gözükmüyor valla)



Alakasız Blogcu Notu: Şimdi tarihi yarı final için 12 dev adama hazırlık yapma vakti geldi :)) Heyecan doruktaaaaaaaaaaaaa!!

Monday, May 31, 2010

¡Ay, caramba! / Mamma Mia!


Hayretler içinde her sabah uyandığımda rüyamda bir şekilde italyanca konuşmaya çalıştığımı hatırlıyorum... Durun durun, bunda ne var demeyin, çünkü işin komiği italyanca patlatıyorum derken, ağzımdan habire ispanyolca kelimeler çıkıyor olması!!

Ve her sabah uyandığımda şöyle bir karar almış oluyorum: iş güç yüzünden üzülerek devam edemediğim italyanca kursuma, kaldığım yerden kendi kendime devam edeceğim, hmppf!!

Gerçekleştirebiliyor muyum henüz bu isteğimi? Hayır tabii ki! :( Gene iş güç ve saçma sapan meşgaleler yüzünden birden akşam olmuş oluyor ve gene rüyamda italyanca konuşmaya çalışırken buluveriyorum kendimi!

Allahım bu nasıl bir kısır döngüdür anlamadım ki? :D

Bu akşam başka bir mizansende (yok havaalanında, yok mahalleyi kafamda canlandırırken, yok kaybolmuşum vs, vs.... sen sor ben söyliiim !!)... Ne diyordum?? Hıı, evet, ben gene kafayı gözü yara yara italyanca konuştuğumu sanarken rüyamda, ağzımdan ispanyolca kelimeler fırlıyor olacak !!

En son Roma'da dolaşıyordum, du bakalım bu akşam nerede olacağım ? :D


Foto kaynak / Anlam: "Lo giuro= yemin ederim!"



Friday, May 28, 2010

Halet-i ruhiye...


Zaman su gibi akıp gidiyor diyoruz ya hep...

33 yaşıma da bastım işte geçen ay :)

5 sene önce bugünleri hayal etmeye çalıştığımda hep daha farklı sahneler gelirdi gözümün önüne. İnsanın "nasıl olsa böyle olur, şöyle olur" dediği çoğu şeyin nedense ( HEP) daha farklı geliştiğini gördüm şu son senelerde...

Bir "planım" da olmadı ki hiç benim, belki de ondandır. 5 yıllık kalkınma planlarıyla yaşamadım hiç bir zaman. Her zaman akışına bıraktım hayatı. İyi mi ettim kötü mü ettim tabii ki tartışılır.

Bazıları bu şekilde yaşamanın düşüncesine bile tahamül edemezken, ben ise diğer türlüsünü hiç algılayamamışımdır.... Karakter meselesi, hayattan beklenilenlerle alakalı işte.

Ama 30lar nedense beni hep bir kokuturdu... Sanki zamanın akıp gittiğini o yaşlarda anlayacağımız için, iş işten geçiyor korkusu salardı beni. Saçma, ben de farkındayım :)

E şimdi nedir düşüncelerim, hislerim peki?

Hayattan ne istediğini bilen, neyi sevip neyi sevmeyeceğini anlamış, gereksiz üzüntüleri kendine yakınlaştırmayacak kadar "akıllanmış", az ama öz olsun düşüncesini benimsemiş, hiçbirşey için geç değildir dendiğinde "kesinlikle" diye kafa sallayabilecek ve hayata karşı umut dolu bakışını hiçbir zaman kaybetmemiş bir kadın görüyorum karşımda...

Eminim 40yaşını devirmiş arkadaşlar bu yukarıdakilere gülecektir, ama olsun ben gene de yazıyorum :)

Kendimi daha iyi tanıyorum, bu beni çok mutlu ediyor..

Ama diğer yandan hala akıllanmadığımı ve "gereksiz" takıntılarımı görünce hem gülerken, hem de "E onu da 40'ında hallet bir zahmet" derken buluyorum kendimi :)

Gereksiz takıntılar neler mi?

İnsanlara değer verilmesi... Karşındakine samimi davranmak. Samimi olmayacaksan, yapmacık ilişkilere gireceksen, hiç girme. Uzak dur benden diye fırça çekesim var bu tür insanlara !

Sanırım belli bir yaştan sonra hiçbirimiz artık "kanka" arayışında değiliz. Bizim için özel olan insanlar bellidir artık, gereksiz hiç kimseye açmayız o özel kapımızı, gönlümüzdeki paşa koltğunu da açmayız öyle kolay kolay...

Ama bu şu anlama gelmiyormuş: bundan böyle kırılmak, darılmak yok diye bir noktaya erişilmiyormuş hemen.

Kırılmaya devam ediyoruz. Ya da ben ediyorum. Sinirleniyorum kendime, gereğinden fazla önem verdiğim için bu konulara. Ne mi oluyor peki sonra? Notumu veriyorum, kapımı kapatıyorum. VE yeni bir adım: açıkça söyleyebiliyorum bunu. Anlayana diyerek.

Ama kırılmış oluyorum işte... O kırılma noktasının gereksizliğini bilmeme rağmen, gene de kırılıyorum...

Diğer yandan herkesi olduğu gibi kabul ettiğimi de fark ediyorum. Kimseyi değiştirecek, kimseye görgü, incelik öğretecek durumda değilim. Herkes öğreneceğini öğrenmiştir, ya da öğrenmeye kendi devam edecektir... Aman bana yaptı, başkasına yapmasın bunu diye bir üzüntüye de girmiyorum eskisi gibi.

Bunları yazarken de gene kendime gülüyorum... Kırılmışım ki bunları yazasım geliyor.

Şunları artık kabul etmediğimi fark ettim (hele şükür): yüzsüzlüğü, pişkinliği ve yapmacıklığı.

Karşıma birisinin geçip bana sitem etmesine artık tahamül edemiyorum, etmiyorum da... İşte burada büyüdüğümü fark ediyorum en çok. İçim içimi yiyeceğine, söylüyorum söyleyeceğimi. Anlayana..



"Ay hayat çok zor vallaaaaa" diyerek noktayı koyayım artık :D



Biz de çocuktuk, bir şeyler öğrendik;
Bildiklerimizle övündük, eğlendik.
Şu oldu, bu oldu da ne oldu sonra?
Bir bulut gibi geldik, yel gibi geçtik.