Showing posts with label Nevyork Nevyork. Show all posts
Showing posts with label Nevyork Nevyork. Show all posts

Friday, March 15, 2013

Kadın gözüyle Teknoloji: Windows 8 ve Dokunmalı ekranlar




Bari vatana millete hayrım dokunsun, Windows 8 ile yaşadığım aşk-nefret ilişkisini anlatayım biraz.
 
Benim öyle tam anlamıyla kendime ait laptopum olmamıştır çok. Üniversite yıllarında koca kasalı, koca ekranlı, maaile kullandığımız (yani abimin izin verdiği kadar!), o çirkin toplama desktop bilgisayarlarından vardı işte... İlk laptopum teee bu blogun doğum yeri olan Brüksel'den Türkiye'ye dönerken zar zor bulduğumuz Q-klavye bir HP olmuştu. Ama ne HP idi!! Ne siz sorun, ne ben anlatayım! Bulması zor, alması zor, arızası zor, halletmesi daha da zor!! Başıma bela olmasına rağmen, beni Master zamanımda gayet iyi idare etmişti gene de. Laptop olduğuna bakmayın, iri kemikli olduğu için açık havaya pek çıkmazdı.. Daha ziyade evin demirbaşlarından biri olmuş, yemek masasının ucunda 9 ay boyunca sesini çıkarmadan oturmuştu :))

Neyse, işte araya bir de minik bir Acer Aspire One girmişti. Mesleğim için gerekliydi o ! Kabine sokabileceğim minicik bir bilgisayardı çünkü; nasıl da şirindi anlatamam ! Hem de kırmızıydı!! :))  Kendisine bilmeden kötü muamele yapana kadar ilişkimiz pamuk şekeri kadar tatlıydı rahmetliyle...

Artık konuya geçme zamanı geldi de geçiyor bile.. Ama kadın gözüyle diye baştan uyarmıştım ben sizi! Biz kadınlar girizgah faslına çok önem veririz. Ön fasılların hepsi bizim için önemlidir, ayrımcılık yapmayız ;-)

Evet, ne diyordum?  Hah, şu Windows 8'e ilk başlarda kıl olmuştum! İlk oturup da üzerinde çalıştığım bilgisayarda ne yalan söyleyeyim Windows 8'in start sayfası bana çok anlamsız gelmişti. Onu geçtim, alıştığımız klasik ana sayfa üzerinden bile bilgisayarı nasıl kapatacağımı bulmak uzunca bir süremi almıştı. Yok bir de Word açılır, kapamak için fare ile ekranın yukarısından tutup aşağı doğru sürüklersin, bir çırpıda olmalı ama! Kendini tablet mi sanıyor bu yoksa??

Yani hakikaten çok kıl olmuştum ve hiç bir artısını göremediğim için, her şey için Windows 8'in uygulamalar ana sayfasını değil, bildiğimiz klasik desktop sayfasını kullanıyordum! Varlığını unutmaya çalışıyordum adeta! Ama araya gene o açılırken ve kapanırken beni kıl eden "uygulamalar" giriyordu.

Sebebini sonradan anladım: Windows 8 yeni nesil dokunmalı ekranlar için tasarlanmış meğerse!!

Ve bu şekilde kullanmaya başlayınca daha anlamlı olmaya başladı hani ;-)

Zaten her tablet kullanıcısı, normal bilgisayarın başına geçince alışkanlıktan elini bir ekrana atıveriyor ya gayri ihtiyari artık. Hatta "Amaan, ben de bir alemim, sanki Ipad mübarek" diye kendi kendimize de güleriz o salaklığımız için.. Hah, işte o yüzden bu Windows 8 o dokunmalı ekran bilgisayarlar için tasarlanmış hakikaten! Oh be!!

Ancak Windows 8'in uygulamalar konusunda ciddi eksikleri var. Henüz bir Apple veya Android uygulamalarıyla rekabet edecek durumda değil. Windows için geliştirilmiş elbette özel uygulamalar var ama çeşit az ve kusursuz çalışma gibi bir durum söz konusu değil henüz.

Bazı sıkıntılar hala söz konusu olmaya devam ediyor ama; mesela zorla Internet Explorer kullandırtıyor bu meymenetler ! Google kullanmaya çalıştığımda, bazı sayfalarda dokunmalı ekranda sıkıntı çıktı. (mesela Facebook'u Google üzerinden açtığımda, nada! O özelliği kayboluyor anında!  Ama IE üzerinden açıldığında aynı sayfa, resmen kayıyor ekran!) (bu arada IE gayet hızlı olmuş görmeyeli!)

Başka bir sorun da Windows 8 ve Google arasında bir uyumsuzluğun olması. Ipad ve Iphone kullanıcısı olarak, Takvimimin hep senkronize olması benim için çok büyük bir avantaj. Takvim için kullandığım uygulama Gmail hesabım. Buraya kadar her şey süper. Ama bu yeni Windows 8'de Gmail hesabımla Takvim, Kişiler ve Email üçlüsü olarak hepsine birlikte ulaşamıyorum!!! Açmıyor, kabul etmiyor. Belki bu benim beceriksizliğimdir ama yok, sadece email olarak Gmail hesabımı kabul ediyor..  :(

Bir yandan da Apple'in Icloud uygulamasını yüklüyorum, bakalım farklı bir yöntemle sorunumu çözebilecek miyim ? :) ---- SON DAKİKA : Outlook'u kurdum, email,takvim ve kişiler uygulamalarını tek tek kullanmak yerine onun üzerinden tüm hesaplarımı birleştirdim. Ben Outlook'u ilk defa kullanacağım, o yüzden a be kardeşim biz sana bunu sorsan söylerdik demeyin sakın :)

Uzun lafın kısası, Windows 8 yeni nesil dokunmalı ekranla kullanıldığı zaman süper bir işletim sistemi. Yoksa adamı deli ediyor!

Yazımı bitirirken de, bu yeni nesil bilgisayarlardan birini pek tavsiye etmeyeceğim... Aslında kendi çapında çok başarılı ama benim ihtiyaçlarıma cevap vermedi demek daha doğru olur..

Acer Aspire S7 11inch touchscreen ultrabook.  Muhteşem bir paketlemesi olan (Apple'dan kopya ama olsun), çok sayıda ekstra aksesuarıyla birlikte gelen (kılıfından tutun, Bluetooth faresine ve ekstra piline kadar!) bu bilgisayarı bir heyecanla aldım.

MacBook Air kadar hafif ve zarif. Çok sessiz. Çok hızlı. Pıt diye açılıyor, pıt diye kapanıyor (bunun teknoloji dilinde bir adı var ama unuttum). Muhteşem bir alet hakikaten. MacBook'ların yüzü kızarır karşısında !

Ama.. Çok küçük geldi, özellikle dokunmalı ekranda ciddi bir sıkıntı oldu bu çünkü köselerin hiçbirini algılayamıyordu. Üstüne bir de tuşlarının çok alçak olması pek kullanışlı değildi (aslında bu ikincil bir sıkıntı, insan alışıyor sonunda). Buna ek olarak, tuşların algılamada da bir problemi olduğu için çok fena frap hataları çıkıyordu (ya bir tuşu hiç basmıyor, ya da bazılarını üç kere basıyordu).

Eminim ki 13 inch'liği çok güzeldir ve bu sıkıntıları hiçbiri (en azından ekranın küçük olmasından ötürü o Windows pencerelerinin minicik kapama kutularını tıklayıp kapatamamak), ama etrafta dolaşan Lenovo Yoga'yı görünce, sunduğu imkanlar çok daha cazip geldi bana ve Acer'dan komple vazgeçtim.


Bir sonraki Kadın Gözüyle Teknoloji yazımda Lenovo Yoga Ideapad 13.3inch 128GB i5'i yorumlarım :))



 

Thursday, March 14, 2013

2013, ilk çeyrek

2013 çok hızlı başlamıştı ya hani? Allah'tan dualarım azcık kabul oldu da bir süreliğine frene basabildim.. Şu dönem en azından biraz rölantide geçti hayat :)

Sene başındaki ben ve şu Mart ortasındaki ben gene çok farklı iki ben oldu. İnsan bu kadar çabuk fikir değiştirebilir mi gerçekten de? O kadar inanarak bir sürü cesur ve yeni kararlar alma aşamasındaydım ki, hoooop dünya tersine mi döndü anlamadım ve birden gene her şeyi sorgularken buluverdim kendimi!

Böyle çok şey anlatıyor gibiyim ama bir yandan da hiçbir şey anlatmadığımın farkındayım.
Bırakın azıcık da böyle olsun.. Deneme aşamasındayım, bakalım ne kadar dayanabileceğim bu "kısıtlı paylaşım" dönemime ? :P

Neyse, ne diyordum ben? Ha sustum, sustum şimdi niye yazıyorum eğer bir şey paylaşmayacaksam di mi?

Bikozz: .... Ta taaaaaa!!! Sonunda benim de kendime ait bir bilgisayarım oldu ve açılışını Bloga hemen yazı yazarak yapmak istedim. Bunun altını çizmek istiyorum, Facebook'tan değil!! Hayıııır!!! Açılışı Brüksellahanasından yapmak istedim!!!

Heyecanla oturdum işte güzel klavyemin başına :)  O yüzden öyle üzerinde çok düşündüğüm, mutlaka paylaşmak istediğim bir konu, mekan, macera yok maalesef... İdare ediverin artık. Zaten bakıyorum da etrafıma, eskiden beri takip ettiğim blogcular da yavaş yavaş dükkanı kapıyor :( Üzülüyorum bu işe. Kendime de kızıyorum, neden aynı şevkle yazamıyorsun artık diye. Sosyal medya mı bu hale getirdi bizi? Çok mu fazla paylaşım içindeyiz, o yüzden mi biraz daha uzun zaman ve çaba isteyen blog yazıları öncelikler listemizde artık 2inci hatta en son sıralara atılıyor ? Zaten yeteri kadar canlı paylaşım yapıyoruz, buraya da ekstradan iki satır yazacak enerjimiz mi kalmıyor yoksa? Neyse.. ben bile bilemiyorum, ki her konuda bir fikrim vardır !

Aaa Buldum! Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman çelebi derleşmiş ya hani, ben de o misal, birazdan Windows 8 hakkında ilk izlenimlerimi paylaşayım bari :D

 Gözüklerimi takayım da kendimi azcık ciddiye alayım.. öhöm öhöm :P

 

Thursday, December 20, 2012

Nibiru askına !

New York'a doneli 2 gün oldu. Saka gibi bir hikayesi var aslinda bu gelisimin... Valla, resmen kozmos benimle dalga geciyor!

Ucusumdan bir gece once, kafası kesik tavuklar gibi Ankara sokaklarında son alışverişleri yetiştirmeye çalışırken bir telefon geldi... Ziiiiiiirrrr !

Telefonu kapadığımda hem mutluluktan havalara uçmak uzereydim hem de allak bulmak olmuştu sinirlerim. Yok yok, kotu birşey olmadı. Sadece hayır diyemeyeceğim bir is teklifi geldi. Öyle ki bütün planlarımı alt üst etmeye yeten bir teklif. Ben ertesi gun New York'a, evime donecektim iste. Kalacaktım pasa pasa en az bir 4 ay, sonra da bütçeyi denklestirip gene 1,5 aylığına Turkiye'ye gelmeye çalışacaktım. Buydu benim planim! Hersey kontrol altındaydı iste !

Ama kozmosun planlari farkliydi benim icin...

--

Alelacele "new york we have a problem" demek uzere kırmızı hattan kocayla konuşuldu, durum değerlendirmesi yapıldı. Sonuc: iste buradayim ! Ama iki hafta sonra Ankara'ya geri gidiyorum...

Kozmos bu, işine karışılmaz.

Trajikomik bir başka durum da valizleri eve çıkaran görevlinin "yılbaşı için mı geldiniz?" demesiydi. Ulan adam, bir senedir burada oturuyorum, ne cabuk beni sildin bu binadan, bu apartmandan, bu sehirden?? Ama kızamadim, cunku istemeden de haklıydı. Ben sadece iki haftalığına geri donmuştum. Aglayim mı güleyim mı bilemedim dogrusu.

İnsana kısıtlı bir sure verdiğinizde her dakikasini daha dolu dolu geçirmeye çalışırmış hakikaten. Halbuki nasıl guzel hayallerim vardı: uyuyacaktım! Hic birşey yapmadan yatacaktım koltukta, beynimin saçma sapan filmler ve dizilerle iyice erimesini saglayacaktim... Fişi çekmek istiyordum ben!

Ama yok, iki gundur resmen turist gibi sokaklarayim bütün gün! "Holiday Season"i ciğerlerime çekiyorum! Cilgin Noel temali vitrinleri, Noel şarkılarını, sehre akin etmis turistleri, sokaklardaki süslemeleri, koca koca yilbasi agaclarini, herkesin delirmis olmasini (alışveriş anlamında) sessizce seyrediyorum keyifle :)

Bir de jetlag olmanın verdigi sabah cinligi var ki hic sormayın, en keyiflisi de o belki: son iki sabahtir güneşi ben doğuruyorum sanki. Yataktan bir goz kırpıyor önce şafak bana. Geldin mi diyorum? Evet diyor. Ful enerjik zıpliyorum yataktan ! Elimde telefonum, koşuyorum pencerenin önüne :) Önce icime çekiyorum manzarayı, sonra acele birkaç foto çekiyorum. Yetmiyor, bir de diğer odalardan seyretmeliyim bu manzarayı diyorum ve aynı ritüeli tekrarlıyorum :))

Hmm, ama bu jetlag beni önce 21:30da sonra da 23de yatağa yolladı bir guzel... Koltuktan yatağa nasıl gittiğimi bile hatirlamiyorum inanın!

Ama yok, bugun azimliyim en az geceyarısına kadar acik tutmaya çalışacağım gözlerimi !  Mecburum, Hobbit'i seyretmeye gidiyoruz birazdan!! Uyumamaliyim!!!!

--

Nibiru askina! Bu nefes aldığımız son gün de olabilir zaten !

New York herseyin başladığı yer olur bütün filmlerde, Nibulu gelecekse zaten çarpışma noktası da burası olur kanımca ;)

Hadi bakalım. İlk sıradan yerimizi ayirttik.

Güzeldin be hayat :)

Tuesday, September 18, 2012

Hemingway'in pesinde...


Artik sonbahar geldi galiba. Bu sabah korku filmlerini andiran ugultulu bir eve uyandik, disarida ise pis bir yagmur yagiyordu..

Insanin keyfi hava sogudukca artar mi hic? Valla benim artiyor, zaten bir kac gundur aksamlari ince bir montla cikmanin dayanilmaz mutlulugunu da yasiyorum (diger adi 35yas krizi kirmizi deri ceketim), degmeyin keyfime!

Insanoglu boyle iste. Firildak. "Ah, Bruksel gunleri aaaah" dedigimiz anlar da giderek siklasiyor .mesela Su blogu azcik takip eden varsa, Bruksel agziyla kus tutsa bana yaranamayacagini bilir..Ama sanirim yasla alakali bir degisim bu. Hayatla ilgili beklentiler giderek degisiyor gibi...

Neyse, baslikla alakasi olmayan bir girizgah oldu bu. E yazmaya yazmaya elim paslanmis, hos gorun artik beni :(

Televizyon kanallari dizilerin sezon premier'ini yapar ya, ben de Bruksellahanasinin 2012 SonbaharKis sezonunu aciyorum gitti valla!!! :D

Yeni yayin donemine bir onceki sezon kadigimiz yeri hatirlatmakla baslayalim:


Friday, August 24, 2012

Özür..


Aradan bu kadar fazla zaman geçtiğinin farkında bile değilim desem... Neredeyse 2 aydır bloga hiçbir şey yazmadığımıı fark ettim :((

İçim cız etti. Her ne kadar yazacak şeyler giderek daha da azalıyor duygusuna kapılsam da, gayret edeceğim yazmaya!

Ağustos ayının neredeyse 3 haftasını Küba'da geçirdik. 1300 fotoğraf çekmişiz! Güzeldi, hem de çok güzeldi!

Kısa kısa bir şeyler yazmaya çalışacağım. Ama geldiğimden beri gene baş ağrılarım tuttu, bilgisayar önünde gereğinden uzun kalsam hemen migrene dönüşmeye meğilli :((

Bir kurtulayım şu illetten hemen başlamaya kararlıyım :)


Tuesday, June 26, 2012

Çözmeye çalıştığım duygular...


Bir süredir New York'u giderek daha bir bağrıma bastığımı anlamaya başladım.

İyi bir şey tabii ki bu! Yoksa, Roma'mın arkasından gözü yaşlı sevgili gibi etrafta ruh gibi dolaşmam mı daha iyiydi?? Aslında o da ayrı bir hava katıyordu bana: :P "Ukela Avrupalı" tarzı işte ! (evet, evet biz Türkler de Avrupalıyızz, vallah billlah ! :-D)

Neyse ki artık kıyaslamalarımı bir kenara bıraktım. New York ve Roma'nın asla kıyaslanamayacak iki şehir olduğunu kabul ettim ve huzura kavuştum. Roma dendi mi, İtalya dendi mi hala kalbim pır pır atıyor o ayrı, ama artık buna da alıştım. Biz kavuşamayan iki sevgili gibiyiz diyorum (yahu ben New York'tan bahsetmek için oturdum bilgisayar başına, nereden, nasıl, niçin birden gene Roma hakkında konuşurken buluyorum kendimi!!!! Bırak artık peşimi-ciyaaaaaak!!!! Ok, küstü... gidiyor işte)

New York'un sinsice ve yavaş bir şekilde insanın içine işleme süreci var bence. Belki dünyalar güzeli bir şehir olmayışından ötürü (tıpkı bir kadın gibi), kendisini farklı özellikleriyle sevdirmeye çalışıyor. Sevmeyen varsa da o eski Türk filmlerindeki kötü kadın kahkasını basarak "Hahaaayt, sen kaybedersin cicim" diyor, arkasını dönüp süzülerek sizden uzaklaşırken...

Benim gözümde esmer bir kadını temsil ediyor New York, azıcık Türkan Şoray havası da var sanki. Ama onun kadar güzel değil. Çirkin hatta. Ama çok baştan çıkarıcı!! Espiri anlayışıyla baştan çıkarıyor sizi. Sanat tutkusuyla başınızı döndürüyor. Her an her ruh haline uyabilen farklı karakterleriyle şaşırtıyor sizi. İnsan zekasının, azminin en güzel örneklerini sunmasıyla hayran bırakıyor sizi. Yaptığı her şeyi, daha iyi, en iyi yapma isteği sizde şaşkınlıkla birlikte büyük bir saygı uyandırıyor. Sizi olduğunuz gibi kabul etmesiyle yüreğinizi okşuyor. Yargılamıyor, sorgulamıyor, özgür bırakıyor sizi... Çünkü eninde sonunda ona geri döneceğinizi, onda başkasında bulamadığınız rahatlığı size sunduğunu biliyor.. Uyuşturucu gibi belki de, çirkinliğini, kargaşasını ve pisliğini sizi farklı bir ruh haline sokarak gözünüzü karartıyor...

İlk başlarda gözünüze sürekli takılan o çirkin huyları, çirkin özellikleri birden anlamsızlaşıyor. Ne var ki bunda diyorsunuz; "Burası New York bebeğim!" diyip geçiveriyorsunuz gülerek :))

Ve ortak bir dil yaratıyor New York insanlarda. Bildiğiniz ve değişmesini aslında isteyebileceğiniz bütün kötü huylarına ve çirkinliğine dışarıdan laf uzatan olduğu anda savunmaya başlıyorsunuz tek bir ağızdan. Değişse, daha da güzelleşse, kokmasa, kendine çeki düzen verse, hani azcık diyorsunuz... Ama o zaman bu kadar güzel, bu kadar New York olmayacağını da artık biliyorsunuz! Onu bütün kusurlarıyla bağrınıza baştığınızın farkına vardığınız andır o işte!

Diğer yandan da, bu yaşadığınız duyguları sanki herkesle paylaşıyormuş gibi hissediyorsunuz. Sanki herkes bu aşk&nefret git gellerini yaşamış gibi..

Acaba bir tür toplu iluzyon kurbanı mıyım diyorsunuz kendi kendinize. Özellikle mantık ve duygunun çatıştığı günlerde. Amerika'da sizi en çok etkileyen şeylerden biri belki de burada herşeyi (ama herşeyi!) paketleyip, süsleyip, muhteşem şekilde pazarlayabilecek olmalarıdır. Ağzınız açık, bu pazarlama dehalarının arasında kendinizi mümkün olduğu kadar korumaya çalışıyorsunuz...

Acaba... kabul etmek istemesem de, New York'u da çaktırmadan pazarladılar mı bana diye düşünüyorum bazı günler.

Galiba cevabını da çok merak etmiyorum... Sadece arada bir uyuşturucu etkisi azalıyor galiba. Ama sonra şehirle barışmış, bağ kurmuş mutlu insan grubumun içine dalıp, hayata toz pembe gözlüklerden bakmaya devam ediyorum... işte o kadar :)



Kaynak (source)

Friday, May 4, 2012

35 Yaş Krizi

Şu son 5 yıldır hep söylediğim bir şey var:

Ben 30'ları çok sevdim!

Şaka değil!  Gerçekten de 30'larımda kendimle daha barışık oldum. Neyi isteyip, neyi istemedğimi daha iyi anlar oldum ve bunu dile getirmekten de çekinmiyorum artık. Kimseye gereksiz yere katlanmak zorunda hissetmiyorum artık kendimi. Kimseyi yargılamamaya çok özen gösteriyorum. Karşımdaki -kulaklarınızı kapatınız: "adi şerefsizin önde gideni" bile olsa, yargılamamaya çalışıyorum! Aileme daha fazla önem ve özen veriyorum. Eskisi kadar arızalı bir cadı olmamaya özen gösteriyorum (ailem için en azından :-P). İnsanların içindeki iyiyi görmeye çalışıyorum. Kötüyü görürsem de, kafamı çevirip, üzülmeden, yoluma devam ediyorum. Yaptığım hataların, verdiğim yanlış kararların pişmanlığını artık yaşamıyorum. Kendime karşı acımasız olmayı bıraktım artık. Neden böyle yapmışım, neden bunu demişim gibi cümleler sarf etmemeye çalışıyorum. Yanlış anlaşılmaktan korkmuyorum, kendimi anlatıcam diye de debelenmiyorum galiba.. eskisi kadar en azından :)

2.Raud'a hazır, full konsantre, hayatın içine cup diye dalmaya hazırım her zamankinden fazla!

Bütün bu "olgunlaşma" sürecine paralel olarak, belki de NY'a taşınmış olmanın verdiği rahatlıkla, veya İtalyan'ların renklerle olan barışıklığı sayesinde, gardırobumun ana parçaları değişmese de, kendimde bir başka değişklik de seziyorum hafiften...

Mesela gözüm renklere takılır oldu şu son dönemde. Tamam, kabul ediyorum bu sezon zaten nereye baksan renk, renk, renk görüyorsun ama, onun da ötesinde içimde bir RENK cümbüşü var ki ortaya çıkmak isteyen, hiç sormayın!

Bu renk cümbüşünün üzerimdeki etkisinin en güzel örneğini vereyim size mesela:

.... Severek aldığım babetlerim çok kötü ayak kemiği çıkarmaya başladığı için, sırf o izdiraptan kurtulmak için bir dükkana girdim Ankara'dayken.

Günlerden de Doğum günüm hani! Kapı gibi 35 olmuşum artık ! Yolun yarısı işte! Daha ne olsun?

Ancak... Ayakkabı mayakkabı göremeden, mercan kırmızısını güneş sanan zavallı kanatlı bir yaratık gibi, karşı koyamadığım bir güçle o muhteşem renkteki cekete doğru mıknatıs gibi çekildim bir anda !

Gözlerim Yüzüklerin Efendisin'deki Gollum'un yüzüğe baktığındaki gibi kocaman olmuş, parıl parıl parlıyordu adeta!  Hiç tereddüt etmeden hemen giyiverdim MERCAN rengi deri ceketi!

Benim olmalıydı o! Benim! Kıymetlimssss!!! Benim!!!

Kendi kendime verdiğim 10 dakikalık bir iç mücadele sonucu, bütün irademi kaybederek "paketleyin o ceketi!" cümlesi çıkıverdi ağzımdan.

Eve giderken yol boyunca, Gollum'un yaşadığı iç çekişmelerin aynısını yaşadığımı hissetim:

Benim olmalı, benimmm!! Kıymetlimssss! 


Hayır, olamaz, ne yapıyorum ben! AMA o MERCAN kırmızısı! Giyemezsin sen onu! Mahveder seni o kırmızı!!


Hayır!


Evet!

Annemin onayını almam gerekiyordu acilen. Birisi beni rahatlatmalıydı!

Annemden beklediğim cevabı alamamış olmanın üzüntüsüyle, bu sefer Koca'ya bir foto yolladım ivedilikle !

Koca'dan  da tatmin edici olmayan, pek diplomatik bir cevap alınca, son çareyi kamu oyu yoklamasında buldum:

"Ey sevgili dostlar, söyleyin bakalım bu MERCAN rengi deri ceketi (ok, kırmızı işte!) giyebilir miyim sizce? Yakışır mı? Kaldırabilir mi tarzım bu rengi?"

Sosyal medyada aldığım her olumlu cevapta mutluluktan dört köşe olan ben, bir yandan da hala annesinden onay almaya çalışan eşşek kadar olmuş bir doğum günü çocuğu olarak: "Bak anne, sen anlamıyorsun... Moda bu renkler, moda! Hem bu yaşta giymicem de ne zaman giycem? New York'ta millet neler giyiyor, ben mi bir kırmızı ceketi giyemeyeceğim? Hmpfff.. Çok yakışmış, bak! Öyle diyor arkadaşlarım...!" diye haklı çıkarmaya çalılıyordum kendimi :-P

Arada bir iki "olmamış" cevabı alsam da, hiç moralimi bozmadım, ceketimden de vazgeçmedim!

Aradan bir hafta geçti..

Malesef Ankara çok sıcak olduğu için ceketimi tek bir akşam giyebilme fırsatım oldu. New York'ta telafi ederim artık dedim, ama ayak bastığımda iğrenç bir havayla karşılaştım burada da..

Bu sabah ise, hevesle ceketimi giymeyi düşünürken, sevgili kocamın ağzından şöyle bir cümle çıkıverdi:

"O gün doğumgünün olduğu için birşey demedim ama.. 35 yaş krizi ceketi almışsın kendine tam anlamıyla!"

Şok!

Bu sefer gözlerim şaşı, kalakaldım resmen!


Neyse ki bizim andropozumuz yok, olsaydı herhalde Pretty Woman çizmelerine yapışıverirdim bu sefer de !!


Krizin bana kazandırdığı ikinci alışverişimi görünce nasıl bir tepki verecek merak ediyorum :-)

Hem mavi, hem martılı (hem de kemik çıkartmayacak cinsten!)


Gittim, kazandım, kaybettim, geldim..

Veni vidi vici durumunun biraz karmaşığını yaşadım geçen hafta Ankara'da.

Tr'ye gittim mutlu oldum
Annemleri ve abimleri gördüm mutlu oldum
Çalıştım, paramı kazandım mutlu oldum

Herşey buraya kadar çok güzel di mi? Bence de güzel, hatta daha da güzeli oldu. Durun anlatayım da hep beraber gülelim:

Brüksellahanası Ankara'Lı olduğu için, üniversite senelerinden kalma bir alışkanlığını her gittiğinde muhakak yerine getirir: güne radyo odtü'yle başlar, eve radyo odtü dinleyerek döner her akşam :)

Bu sefer, kendi evimde kalmak yerine baba evine taşındığım için  bunlardan ilkini yerine getiremedim (onun yerine her sabah babamın güne başlarken çaldığı farklı farklı klasik müzik dinletileriyle uyandım, bangır bangır!-ama keyifliydi çok), işte ikincisini de günlük koşturmalarımız arasında trafikte geçirilen zamanda bol bol yaptım.

Hatta öyle bir yaptım ki "Eve dönerken/Bir Bahar Akşamı" programını arayarak canlı yayınlara bile katıldım...

Hikayemiz şöyle başlar: Bütün bir gün doktorlarda geçmiş (amerika'da çok pahalıya ondan!) rutin kan tahlilleri, tiroit ölçümleri vs derken Ulus'ta esnaf lokantaları teftişe çıkılmış, günü bitirmiş babişkomla eve dönüyoruz...

O da ne?  9 Mayıs Avrupa Günü vesilesiyle Avrupa Gezisi veriyormuş Radyo Odtü şanslı 9 çifte!

Sohbet konusu ise "hadi gittiniz Avrupa'ya (herhangi bir şehrine), yapacağınız ilk şey ne olur peki?

İçim kıpır kıpır dinliyorum. Roma'yı hayal ediyorum kafamda. Yeniden ayak basacağım günü canlandırıyorum zihnimde.. Bilek burkan arnavut kaldırımları, pastel tonlarındaki şehir, borghese parkı, binaların dökülmüş sıvaları, palmiye ağaçları, heykelleri, çeşmeleri, taze bufalla mozzarella'ları geliyor gözümün önüne...   Vespa'nın üstünde yüzüme vuran rüzgarı, fıstık çamlarının kokularını, palmiyelerle oynanan gölge oyunlarunı hayal ediyorum film şeridi gibi :)

 Öylesine özledim ki, İlker'e bir sabah bu yaz bir aylık İtalya'ya gitsek mi acaba derken bile buluyorum kendimi! Amerika Kıtası bizi beklerken, benim aklım fikrim hala Toskana'da, Amalfi Kıyılarında, fesleğenli buffala mozzeralla'Larında... Ayıp di mi? Evet, farkındayım! Yeter artıK!

Olmuyor.. dayanamıyorum! Aramam gerekiyor! Programa katılıp Roma'ya ayak basacağımda yapacağım ilk şeyi anlatmam gerekiyor! Roma sevgisini paylaşmam gerek!!!

Niyetim yarışmaya katılmak değil. Hatta telefonu çevirirken ben yarışma için değil ama Roma'da muhakkak yapılması gerekeni söylemek için arıyorum demek istiyorum..


Daha geçen günlerde bir arkadaşıma artık dünyanın her köşesinde türk gençleriyle karşılaşmanın verdiği mutluluğu anlatıyordum, artık bizler de millet olarak dünyayı tanımaya başladık. Gezebiliyoruz, ufkumuzu genişletebiliyoruz! Bu genç nesiller için paha biçilmez bir deneyim, okullarda, kitaplarda öğretilemeycek bir şey bu! Ben şanşlıydım, çok gezdim...

Ama insanoğlu işte... iki saniye sonra bu düşüncelerimi bir anda unutuveriyorum ve "ben yarışmaya katılmak istemiyorum" diyemiyorum...belki bilinçli olarak belki de bilinçaltım engelliyor beni. Bilemiyorum...Söyleyemiyorum ama...

Cep telefonumun şarjı bitmek üzere, ben de ev telefonundan arıyorum. Biraz bekletildikten sonra alıyorlar beni canlı yayına.

Kakara kikiri derken...

Rooooma! 
Vessssspa! 
Vızır vızır dolaşın vespanın üzerinde labirent gibi sokaklarında diyorum! 
Ah Roma, vah Roma!!!  diyorum da diyorum!!! :))) 

Kapatınca çok önemli bir görevi yerine getirmişcesine kendimle gurur duyuyorum ve koşarak annemlere anlatıyorum olan biteni. Gene onlara da aslında yarışma için aramıyordum ama diyorum... Aman, zaten bana da vermezler ödülü diyorum...

Sonra ev ahalisinin karnı acıkmaya başladığı için ve bizim evde (benim ev, hani kimsenin kalmadığı ev) yiyecek birşey olmadığı için, toparlanıp annemlere doğru yola çıkıyoruz.

Evde, mutfağa girince açıyorum internet üzerinden Radyo Odtü'yü... Tam da çekilişi yapıyorlar.. Kazanan şanslı kişinin ismini söylemeden çeviriyorlar telefon numarasını.. Birincisinde evde kimse yok galiba diyorlar, bir daha deneyelim diyolar. Gene çeviriyorlar numarayı...

Kulağıma bizim evin telesekreter mesajı ilişiyor..

Basıyorum çığlığı: HAYIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIR!!!!!! OLAMAZZZZZZZZZZZZZZZZZZ!!!!!

Ben neden ev numarasını verdim ki?? Hayatımda hiç bir zaman vermediğim numarayı neden o an verdim? Kafamın içinden binbir tane düşünce aynı anda geçiyor: Olamaz, ben kazanmışım, ama neden beklemedim ki çekilişi!! Anne, baba!! Avrupa'ya iki kişilik bileti ben kazanmışımmmmm diyorum heyecanlı,ağlamaklı ve histerik bir ses tonuyla!!!

Bir yandan da, dinlemeye devam ediyorum. Bir kişiyi daha arıyorlar benden sonra, o da bakmıyor telefona.

Üçüncü kişiye sonunda ulaşıyorlar!! Haklı olarak basıyor mutlu kazanan çığlıyını !!!

Ben ise, azcık hüzünlü ama bir yandan da kısmete inanan biri olarak, niyetin zaten gitmek değildi ki Aslı diyorum. Ama insanoğlu işte.. içten içe öyle bir de pişmanım ki ev telefonunu verdiğime :))

Olsun, ben çok gezdim. Benim kadar mutlu olsun yerime gidecekler de; onlar da varsın tadına gezmenin, yeni şeyler keşfetsinler diyorum...

Şansıma gülüyorum! Ben Radyo Odtü'den çok şey kazanmıştım zaten.. Yarın gene ararım, gene kazanırım birşey diyorum...

Hikayenin sonucu ne mi? Şansına inanacaksın.

Ertesi hafta, doğum günümde, tekrar arıyorum aynı programı. Bu sefer de konser bileti kazanıyorum! Gidemeyeceğim bir konser bileti ama olsun, arkadaşlara vericem zaten  :))


Tuesday, April 10, 2012

Yolculuk öncesi..


Size de olur mu bilmiyorum, ama ben ne zaman bir seyahate çıkacak olsam ilk başlarda fazla heyecandan yerinde duramayan bir tipten, yolculuk yaklaştıkça stres küpüne dönüşürüm. Stres küpü derken, kafası kesik tavuk gibi etrafta koşanlardan değilim canım... o kadar da değil (ama belki 35'imden sonra o da olur :-/ ).

Benim derdim, yolculuğun kendisi oluyor. Mesela uçaktan korkan biri değilimdir ama Okyanus aşırı dendi mi, o zaman bir dururum. Şimdiye kadar neden Amerika'yı keşfe çıkmadığımın sebebi de ortada işte: okyanus aşırı uçmam gerek: kalsın, ben almayım! (sırf bu yüzden, valla başka bir sebebi yok ! :-P)

Arabayla bir yere gitsek, gene aklıma saçma sapan kaza görüntüleri ve gazete maşetleri gelir... Otobüs yolculuğunu hiç sormayın! (otobüste emniyet kemerini bir ben bir de ilk sıradakiler bağlıyordur eminim). Senaryo yazarlığında da sınır tanımam. Geçen aylarda, ilker'in uçaktan bana foto mesaj atmasıyla yoğun bir gökyüzü-kara arasında mesajlaşma seansına girmişken aklımın köşesinde karanlık düşünceler de beni dürtmeye devam ediyordu: ya bu mesaj uçak düşmeden önce atılan son mesaj ise?..

Korkularımla yüzleşmek zorunda olduğumu biliyorum. Bildiğim için de ilk defa okyanus aşırı uçuşunu tek başıma yapıyorum. Bu benim için çok büyük bir adım. Ama sanki gitmemek için de elimden geleni yapıyor gibiyim şu günlerde. İstersen gemiyle git diye de dalga geçiyor bizimkisi... (duymamış olayım!)

Uçağım gece yarısı, hiç üstüme bile alınmıyorum, gidilecek tarih belli: Perşembe akşamı. Ama gece yarısını geçmek o günün ilk saatleri demek değil mi, yani Çarşamba'yı Perşembe'ye bağlayan akşam!?!? Bir arkadaşım uyarmasa uçağımı bile kaçıracaktım galiba!!! Yarın akşam gidiyorum, ama ben hala valizleri bile çıkarmadım. İş için gittiğimi düşünecek olursak ne giyeceğimi çoktan kararlaştırmış, fazla yük yapmadan kombinasyonları kafamda oluşturmuş olmam lazımdı. Yok, tık yok bende gene. Son dakika, elime ne geçerse tıkacağım ben o valize, biliyorum ben kendimi.

Öteleme işte buna derler. Yolculuk fikrini öteleyip duruyorum. Onun yerine aklımı başka şeylerle meşgul edip, son dakika panik atağı yaşamak için elimden geleni yapıyorum!!

Gitmeden evin işlerini halletmeliydim. Gene tık yok. Kuru temizleme, alışveriş, tık yok.. Kocaya iki kap yemek, tık yok..

Dün bütün gün koltuğun üstünde bir oradan bir oraya uzandığımı söylesem "hayat sana güzel"i patlatırsınız biliyorum. Ama değil işte :-(

Mazoşist miyim ne? Kendi kendimi daha fazla nasıl strese sokarım, bu işleri yapmazsam yolculuk sadece fikirde kalır mı gibi salak saçma düşüncelerle kandırıdığımı bilmiyor muyum? Biliyorum... O yüzden Bravo TV'nin bütün gündüz kuşağı programlarını yarı suçluluk duygusu eşliğinde, mayışık gözlerle seyrettim dün!


Ooffff, offfff !!!

En azından bavulları dolaptan çıkarayım bari şimdi...



foto kaynak:
- american business
the full wiki



Sunday, April 8, 2012

Kindle'in dayanilmaz hafifligi (ve New York'la barismamiz)


Ankara'dan ayrilmadan once, henuz okuyamadigim kitaplari tek tek elime alip, okyanus asiri goturmeye deger mi degmez mi diye uzun uzun dusunmustum. Kutuphanemizi, kitaplarimi ne kadar cok seversem seveyim aklima dusmustu bir kere e-kitap olayi.

Kabul etmeliyiz ki, bizler gocebeyiz. Hafif seyahat etmeyi ogrenmezsek, evimizi gereksiz esyalarla doldurmaya devam edersek, esyalarin kolesi haline donusmemiz an meselesi olacak (dekoratif esya, ve kiyafet, VE ayakkabi, ve, ve, ve!!!!). Her ne kadar kitaplari bu kategoriye sokmak dogru olmasa da, ortada bir gercek var: zaten gidilen her yerden kitap aliniyor, goturulenlere yenileri ekleniyor, bir oradan bir buraya tasiniyor, koyacak yer kalmayinca da hepsi geldikleri kutularda kaliyor :(( (En guzel ornek babamin 4 senedir acip yerlestiremedigi 20kutu kitabi!! Okumak istediklerini kutudan cikariyor, okuyor, sonra Piza kulesi tarzi her an yerle bir olacak kuleler halinde ust uste diziyor!) Bu bize iyi bir ders olmaliydi. Sabit bir evimiz olmadikca, genislemeye musait bir kutuphanemiz olmadikca, alinan her yeni kitap ust uste dizilmeye ve unutulup toz tutmaya mahkum olacak... 

İste sagduyu mu dersiniz, aklimizin basina gelmesi mi bilemem ama bu bilinclenmenin ve teknolojinin mukemmel is birligi sayesinde okuma sevgimizi (tutmayin beni okuyacagim!!) bir sonraki asamaya tasiyabildik, ve ailecek Kindle'lendik  :)))

Bizim aldigimiz donem Kindle Touch yeni cikmis sayilirdi ve dokunmali ekranlara bu kadar alistiktan sonra klavye ve tuslara geri donmek cok cazip olmadigi icin, bizim icin bicilmis kaftandi :) Rakipleri arasinda neden Kindle'i sectik diye soracak olursaniz, sanirim Amazon guvencesi diyebilirim.  

Kindle ve diger e-kitaplarin en buyuk ozelligi e-murekkep kullaniyor olmalari. Bunun sayesinde, tabletlerin aksine, arkadan gozu yoran bir isik olmadigi gibi, ekranlari kitapseverlere gercek kitap sayfasinin goruntusunu aratmiyor. Bir baska guzelligi, İngilizce sozlugunun standart olarak yuklenmis olmasiyla, bilmediginiz bir kelimenin uzerine tikladiginiz anda anlamina ulasabiliyor olmaniz :) 

Dedigim gibi, bizler gocebeyiz ve surekli hareket halindeyiz. Bu yuzden dunyanin herhangi bir yerinden bir (iki, uc, dort, bes…) kitap alabilmek ve kitaplari kindle'iniza indirebilmek, ve bunun icin internet baglantisi odememek gene bizler icin ayri bir arti oldu. Eger, sabit bir hayatimiz olsaydi, 3G'lisini almaz, sadece wifi secenegi olani alacagimizi da rahatlikla soyleyebilirim. 

E-kitaplar genellikle basilmis versiyonlarindan daha ucuz oluyor bir de, ama daha da guzeli dunya klasiklerini kindle'iniza bedava indirebiliyor olmaniz.

Kindle'i ilk elime aldigimda heyecandan ne okuyacagima, ne indirecegime bir turlu karar verememistim… Ben de Great Gatsby'den sonra hastasi oldugum F. Scott Fitzgerald'in diger eserlerini indirmeye karar verdim... Hepsi bedavaydi ne de olsa ;)) Gene benim gibi kararsiz ve heyecanli okuyucular icin, her kitaptan birkac sayfa ornek yuklenebilmesi cok ise yarayan bir baska ozellik diyebilirim. Boylece kitabi almadan, birkac safyasini cevirip sizi sarip sarmayacagini karar verebiliyorsunuz :)

Son olarak, Amazon Kindle hesabiniza akilli telefonunuzu, tabletinizi ve evdeki diger kindle'lari da ekleyebiliyorsunuz (ortak hesap yaptiysaniz tabii :P). Bu sekilde her yuklenen kitaba diger aygitlardan da erisiminiz oluyor. Dahası, baska kindle'lardan kitap odunc alabiliyor ve odunc verebiliyor olmamiz :) 

Malesef e-kitap olarak Turkce eserlerin sayisi yok denecek kadar az ! Bu da benim icin tek kelimeyle su anlama geliyor: hamallik!!! Neyse…

--- Perde ---

İkinci konumuza gececek olursak: Cirkin ordek yavrusundan neredeyse guzel bir kuguya donusecek olan New York, New York ;))

Edward Rutherfurd'un New York'u anlattigi kitabini buraya ayak bastigim hafta duymustum. Bir arkadasimiz hararetle tavsiye etmisti, ama sanirim o donem pek kitap doneminde degildim (e sifirdan ev kurmak, yeni bir sehre alismak falan derken aklinizdaki son seylerden biri kitap keyfi oluyor, hele ki oturacak koltugunuz bile yoksa, hic mi hic yanasmiyorsunuz o konuya) 

Bir de bazen oyle bir donemden gecersiniz ya, hangi kitabi alirsaniz alin, gene de onu basucunuzda beklemeye mahkum edersiniz. Hele bir de kitabin 800kusur sayfa oldugunu dusunecek olursak, gozunuz de korkar... ve elinizi bile surmeden yanindan, caktirmadan, ama kacar adimlarla uzaklasirsiniz (hatta gozlerinizi de kacirirsiniz... sanki gozunuzden utandiginizi anlayacakmis gibi -kitapan bahsediyorum hala evet :P) 

İste bu yuzden Edward Rutherfurd'un New York'un hikayesini anlatan romanini okumama daha vardi...

Sonra bir aksam, ev isleri neredeyse bitmis (hala duvarlar ciplak ve gozume cok batiyor ama neyse..) ve artik ayaginizi uzatip uzerinize battaniyenizi cekebileceginiz bir koltugunuz da olmus, tek eksigim soyle guzel mi guzel bir roman diye dusunecek kivama gelirsiniz :)

İste oyle bir aksam, indirmis oldugunuz ornegin ilk pragrafini bile bitirmeden "ben bu kitabi bir solukta okurum arkadas" dedirten cinsten bir kitap bulursunuz!!

Hakikaten, indirmemle birlikte ilk 100 sayfasini okumam bir oldu.

Birden, onumuzdeki 3 seneyi gecirecegim sehrin benden saklanan hikayesini kesfetmis gibi hissettim. Okudugum her sayfayla, gizli kalmis bir guzelligini kesfeder gibi oldum. Dunyanin geri kalaninin aklini basindan alan bu sehir, nedense benim icin ilk baslarda pek bir heyecan vesilesi olamamisti (İtalyan sevgilim, ROMA, buna izin vermiyordu bir turlu!!-cok kiskanctir da kendisi :P) Ama Rutherfurd'un kaleminden gercek olaylarin etrafinda New York'un, New York'lunun nasil sekil aldigini okumak yavas yavas eski sevgilimi gecmiste birakmaya zorluyordu adeta beni.. Zincirlerimden kurtuluyor, dolastigim caddelere farkli bir gozle bakmaya baslayabilmistim sonunda…

Yeni bir heyecanla, merakla ve hevesle kendimi New York Sehir Muzesinde daha fazla bilgi pesinde kosarken buldum!

Topu topu 400 senelik bir tarihi olan bu sehre, Rutherfurd'un romani sayesinde kanim isiniyordu sanki !

860 sayfalik bu romani normal olarak yanima alip tasimayacagimi da ozellikle belirttikten sonra, Kindle olmasaydi, bu tasima olayi bana zulum olacagindan almaktan bile vazgecebilirdim sanki... Su an ise, aman kaptirip okurum, sakin simdi bitmesin diye de kindle'imi nadasa yatirmis durumdayim (onumuzdeki hafta Turkiye'ye gidiyorum da, malum yolum uzun :P).

Uzadikca uzayan bu blog yazısını su sekilde noktalamak istiyorum:


Ey edebiyat tanrilari! 
Bu romani kucagima, pardon, kindle'ima dusurdugunuz icin tesekkuru borc bilirim !

Ey teknoloji dehalari! 
Sayenizde 3500 kitabi 7,5 ounce'a, pardon, 213,5 grama sigdirdiginiz icin minnetarim size !



--- Lahana notu ---

Bahar'in gelmesiyle birlikte, Pazar Pazar calismak zorunda olan beyum aldi esyalarini central parka tasindi :) O isini yaparken, ben de blogumu yazdim :)) Yesilligin icinde cik cik oten kuslar, kovalamaca oynayan sincaplar, piknik yapan sevgililer arasinda guzel bir calisma oldu :)) Hmm, bak central park'in hikayesini de yazabilirim yakinda (hele bir once ir kitapta o bolume geleyim :P)



Monday, April 2, 2012

Bahar geldi aklım uçtu


Yahu ne gıcık bir iştir aslında blog yazarlığı. Üstünde habire baskı hissedersin, yazman gereken şeyleri not alırsın, yazamayınca, ya da yeterince görsel biriktiremeyince stres olursun, üzülürsün.

Ne zorumuz var bizim diye düşüne durayım, gene de ite kaka bu işi devam ettirmeye çalışıyorum. Neden mi? Seviyorum çünkü! Bir daha söyle! Seviyorum işte! Bir dahaaaa! Seviyorummmm!!! :-P (Baharla birlikte içimde gizlediğim arabesk kraliçesi de dışa vurmaya başladı :-D)

Neyse, New York'a her geçen gün daha bir ısınır, kendisini daha bir sever, beğenir oldum sanki. Herkes tabii bu Roma tutkusunun bu kadar gözümü kör etmiş olmasını (söylemeseler dahi!) içten içte komik buluyor, alınıyorum da ben bu işe... Ama gönül bu, ferman dinlemez ki !


Yanlız geçtiğimiz haftaki sıcak hava dalgasıyla birlikte ben de sanki üstüme yapışan eski sevgilinin özlemini (aman spekülasyona girilmesin, anlamayan varsa tekrarlayım hemen: ROMA'dan bahsediyoruz burada!), depresif modumu, uyuşukluğumu ve girmiş olduğum kış uykusunu şöyle bir silkip, sanki yeniden doğdum


(Botticelli'nin tabloları gibi çok şairane bir andı, kaçırdınız valla :-P) 


"Gölgelerin gücü adına, güç bende artık" nidalarıyla Titrek'ten Atılgan halime dönüştüm ve döküldüm New York sokaklarına :

-Çiçek açan ağaçların fotolarını çekeyim (ve sizlerle paylaşayım) diye 50 blok boyunca (4km!) Central Park'ın dibinden 5th avenue'larda mı yürümedim?

-New York'un 400 senelik tarihi peşinde, New York Şehir Müzesine mi gitmedim?

-Bollywood dans derslerine tam hız devam mı etmedim?

- Acil sosyaleşmem lazım diyerek kızlar gecesi ilan edip Margarita'ları mı devirmedim ?

-(Bisiklet diye tutturan arkadaşını kırmamak için) akşam vakti 16 km'lik central park'ı pedal çevirerek mi aşındırmadım ?

-Union square'lerde ucuz dükkanları (siz de faydalanın diye) teftişe mi gitmedim?

-New York'un en iyi cheesecake'ini (sizinle paylaşmak için) midelere mi indirmedim?

-Whole food deneyimimi yazabilmek için salata barlardan 40 dolarlık öğle yemekleri mi almadım ? (ne ara ulaştık 40 dolara ben de anlamadım valla!!)


...ve daha neler, neler! Ama bu Baharın gelişiyle birlikte benim aklım da uçtu gitti :-P

Ne olcak şimdi demeyin! Hemen karamsarlığa kapılmayalım lütfen. Başucumdaki kafa defterime blog yazıları bölümünde hepsini tek tek sıraladım. Bir de baktim ki, yazmam gereken bir iki not daha kalmış orada, unutulmuş ve beni bekleyen (Bir İtalyan klasiği olan kış çorbası Minestrone, New York'un cilveleri vs. vs...). Onları de yazacağım, hiç merak etmeyin.. aralara serpiştireceğim çaktırmadan ;-)


Bahar geldi, ben bu yazıyı hemen yayınlamalıyım derken de dereceler gene 10 derecelik bir serbest dalış yaptı ve yağmurlar başladı... Olsun, bu ay benim ayım! Yağmuru da, çamuru da göğüsleyebilirim ama yeni aldığım babetleri giyebilirsem daha bir mutlu olurum.. Piiişt, kosmos duydun mu beni?? Bir de hazır dikkatini çekebilmişken, doğum günüm de yaklaşıyor biliyorsun... yap bir güzellik işte ;-)))



Foto Kaynak:
- Botticelli'nin İlkbaharı (detay), encore-editions.com'dan

Friday, March 9, 2012

Chelsea Market

Bollywood koreografileri öğrendiğimiz dans dersleri sayesinde (bir başka yazıda anlatacağım- söz), New York'un bir başka mahallesini daha keşfedebildim: Chelsea!!

Chelsea, New York'un gay ve sanat galerileriyle meşhur bir Batı Yakası mahallesi. Bunu zaten daha önceden biliyordum- sanırım Sex And The City seyreden herkes New York'u, New York'a gelmeden öğreniyor zaten :-P .

Chelsea deyince bir de meşhur High Line (tıkla parkı geliyor akla-hani yeşillendirilip, parka dönüştürülen yükseltilmiş eski tren yolu. Onu da başka bir zaman gezip yazarım (bahara artık :P)


Chelsea hakkında bilmediğim şey ise, bu mahallenin kendi adını taşıyan meşhur bir Kapalı Pazarının oluşuydu. Ne zaman Chelsea diye Google'da arama yapsam hep karşıma Chelsea Market (tıkla) çıkıyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse ama, bollyood derslerine başlayana kadar ne Chelsea ne de Pazarı bende bir merak uyandırmamıştı (uyuz bir insanım evet :-/)

Mahalleyi keşfe çıktığımız bir hafta, sorgusuz sualsiz ayaklarımız bizi Chelsea Market'a götürdü :-)

Dışarıdan üzerinde Chelsea Market yazan kırmızı kiremitten yapılma bir bina olarak gözükmesine rağmen, içerisinin tahminimden daha ilginç ve çılgın olduğunu söyleyebilirim şimdiden !! 

Azıcık araştırma yapınca, Chelsea Market ile ilgili şunları öğrendim: 

1890'da bisküvi fabrikası olarak faaliyete geçen bu bina, Amerika'nın meşhur Oreo bisküvilerinin üretildiği yerin ta kendisiymiş meğersem! 

Oreo hakkında şunu söylemeden geçemem: daha Amerika'ya adımımı atmadan önce bu bisküvitlerin hastası olmuştum! Muhteşem bir şey, insanda bağımlılık yapacak kadar güzel!! Malesef Türkiye'de ve Avrupa'da bulunmuyor. Amerikan ürünleri satan marketlerde bulabilmiştik biz de sadece. Ama gözünüze ilişirse bir yerde, muhakkak deneyin! 


Neyse, konumuzu dağıtmadan devam edeyim ben..

Gene edindiğim bilgilere göre, iki cadde ve iki sokak boyunca devam eden Chelsea Market (9&11inci Caddeyle, 15&16ncı sokak arası), aslında birbirine bağlı 22 binadan oluşan bir kompleksmiş.

Zamanla bisküvi konsorsiyumunun buradan taşınmasıyla, fabrika binaları farklı kullanım alanlarına dönüştürülmüş.

Günümüzde Chelsea Market'in içinde çok sayıda dükkan, restoran, pastane, cafe vs. bulunmakta; üst katlarda ise çeşitli televizyon kanallarının stüdyoları varmış. Mesela Türkiye'de de seyrettiğimiz Emeril'in programları burada çekiliyormuş. Alışverişini de her daim taze ürün satan Chelsea Market'ın manavından, kasabından, balıkçısından yaparmış..mış..

Buna ek olarak, gene TV Show'larından meşgur İron Chef programından iki chef Chelsea Market'ın içine kendi lokanta/cafe'lerini de açmışlar. (Hatta Iron Chef''in programları da Food Network'ün buradaki stüdyosunda çekiliyormuş ;-)) 

Bir de, gene dijitürk'te Jacques Torres isimli New York'ta yaşayan bir Fransız çikolata ustasının programları vardı hatırlar mısınız bilmem? Ben ağzımın suyu aka aka seyrederdim hep. Çikolatadan kuğular, evler falan yapardı.. Hıh, işte onun da bir dükkanı var Pazarın içinde ;-)) ( dükkanındaki aşk böcükleri nasıl ama?)




Evet, Chelsea Market adeta Ali Babanın Mağrası gibi: ana girişte kocaman Anthropologie isimli züüüüper bir giyim mağzası var (Amerika'da meşhurmuş, ben de yeni öğreniyorum. Bir yol yordam gösterenim yok ki, hmppf!!)  Zamanımız olmadığı için sadece vitrininde ağzımızın suyunu akıttık azzcik :)

Sonra sağlı sollu, nereye bakacağımızı, hangi kokunun peşinden gideceğimizi şaşırdığımız bir lezzet ve çeşit zenginliğine boğulduk. Çeşit çeşit minik "butik" pastaneler, içeride çekim yapılan bir manav, Tay mutfağının mis kokusu, karşısında İtalyan bakkal, içerisi zengin mi zengin. Amanin, aradığın her çeşit mutfak ürünü satan bir yer!! Sağım italyan, solum pastane, önüm çikolatacı, arkam çiçekçi!!! Başım döndü, başım!! İlerledikçe karşımıza deli bir balıkçı çıktı; içeride karidesler, sushiler, ıstakozlar.. Allahım, burası cennet olmalı!!!!



"Neden bu kadar az zamamınız var, neden!? İtalyan peynirlerinden alsam eve gidene kadar cılkı çıkar hepsinin" diye diye, gördüğümüz her şeyi almak ve denemek istedim! Evet, çok pis boğazım :-P 

Sanırım bütün bu yazının özeti şudur: "Ağzını kapa çocuğum, suyu akıyor" :-P

 Bir dahaki sefere tıngır mıngır gezerek, Lobster Market'ta ıstakoz yiyerek, cupcake olmasa da (hiç sevmedim bu cupcake olayını, bıyyk!) birkaç tatlının tadına bakarak ve sonra manavından, İtalyan bakkalından alışverişimi de yaparak bütün bir günümü geçirmeyi umuyorum Chelsea Market'ta :))


New York Meraklısına: New York'un güzel mahallelerinden Soho hakkında, Decalage Horaire Blogunda (tıkla)  güzel bir yazı bulabilirsiniz

Friday, February 17, 2012

Asimo'yu beklerken... iRobot


Decalage Horaire'in (tıkla) yazarı Damla'nın hatırlatmasıyla, artık o kadar da yeni olmayan "ailemizin yeni ferdi" iRobot'umuz hakkında bir şeyler yazmanın artık vakti geldiğini anladım :-)

Bizim evdeki çocuğun (beyim olur kendisi), tanıştığımızdan beri bir robot merakı vardı zaten. Brüksel'de iş yerinde bir robotları varmış hatta, zaman zaman gözlerinin içi parlayarak bizim aynısından alacağımız günü iple çektiğini anlatırdı :-)

Ne yalan söyleyim, beni de heyecanlandırıyordu bu düşünce. Evde benim yerime yerleri süpürecek bir robotun olması hiç de fena bir fikir değildi hani ! Hatta daha gelişmişleri olsa keşke diye de düşünürdüm, şöyle ütü yapanı, toz alanı... Hani Japonların icat ettiklerine benzer bişi olsa da "ev işlerinden" yırtsak diye ;-).
Hatırlarsanız Honda insan boyutunda (tamam, minik insan boyutunda) Asimo isimli bir robot yaptı bile. Bir tane daha vardı hatta tekerleri olan, onu da bulaşık yıkarken, çamaşır makinesi doldururken seyretmiştik haberlerde..





Ah, ah... belki Asimo'nun evimizin yeni ferdi olmasına daha çok var (10 sene veriyorum ben bu işe) ama biz şimdiden fütüristik takılıp, Asimo'yu beklerken iRobotumuzla mutlu mesut yaşamaya başladık bile :-)
Tam ismi iRobot Roomba 560 olan robotumuz her gün programlandığı saate uyanıp, 2 oda bir salon boyutundaki evimizi (bazen kaytararak) bir güzel süpürüyor (yihuuuu!!)

Aşağıdaki video ilk alındığı gün çekilmilşti. Evi daha yeni tanımaya başlıyordu. O yüzden kafayı gözü vura vura duvarları öğreniyordu. Öyle küçük durduğuna da bakmayın, akıllıdır kendisi: artık öğrendiği için evi  hiiiiiç bir yerini vurmadan oda oda dolaşıyor serseri :)





Biz ilk gün Ferdi ismini koyduk kendisine fakat hala cinsiyeti konusunda emin değiliz sanırım... bir gün "söyle oğluna saklanmasın yatağın altına" diyoruz, diğer gün "senin kızın gene kaytardı bugün" diye bahsediyoruz kendisinden. Evet, evet, dedim ya size, ailemizin parçası haline geldi :-D Neyse, bu cinsiyet ve isim konusunda en kısa zamanda bir karar vermemiz gerekiyor, kafası karışıyor garibimin :-)

İşlevsel olarak Ferdi'den bahsetmem gerekirse, ki sanırım asıl merak konusu da bu, benim için çok büyük bir rahatlık oldu diyebilirim.
Şimdi, boyutunun küçük olduğuna bakmayın, her gün 1- 1,5 saat boyunca yerdeki tozları toplayan bir "süpürge" olması son derece hayatımı kolaylaştırıyor. Akıllı olduğu için de evin duvarlarını tanıyor, kapıları biliyor, kestirmeleri öğrendi ve mobilyaların nerede olduklarını da ezberlediği için hiç birine çarpmadan sadece ucundan toz alarak "süzülerek" işini yapıyor.

Toz haznesi küçük olduğu için her iki güne bir boşaltmak gerekiyor. O tozları boşaltırken bu minicik robotun o kadar tozu nasıl topladığını merak ediyorsunuz zaten :-)

Benim Ferdi hakkında bir tek şikayetim olabilir o da elektirkli süpürge gibi gürültülü olması. Hakıszlık etmeyim (vicdanım el vermedi bak :-P), aslında daha az gürültülü ama gene de evde bir "vvvvzzzzzzzzz" sesi çok dinlendirici değil. O yüzden bazı günler temizliğe başladığında düğmesine basıp durduruyorum, sonra evden çıkarken tekrar başlatıyorum ;-). Hmm, bir de etrafta ucu boşta duran kablolarla oynamayı çok seviyor. Öyle durumlarda zatene "dülülüüüüü" diye bir ses çıkarak, ayaklarını sıkıştırdığını haber veriyor. Gidip kurtarmak gerekiyor, diyorum ya yaramaz bir çocuk gibi!!

Kaytarıcı demiştim bir de değil mi? :-P Bazı günler bizim yatak odasını es geçiyor mesela.. Ben de alıyorum bizim odaya kapıyorum ve temizlemeden çıkmak yok diye de sıkı sıkı tembih ediyorum. 30 dakika sonra kapıyı açınca, kendisi zaten pıtı pıtı salona geri geliyor. Suçlu olduğunu bildiği için de, azıcık daha etrafı süpürür gibi yapıp, sonra yuvasına geri dönüyor ;-)

Eğer bizimkisi olmasaydı bu evde, buradaki tozlanmayı düşünecek olursak herhalde ben haftada 3 kez elektrikli süpürgeyle evi süpürüyor olurdum! Onun yerine haftanın yedi günü benim yerime bunu yapan minik bir robotun olması çok güzel bence.

Her ne kadar bir yerde azıcık toz kalsa bile, bu işi her gün yaptığı için ertesi gün orası da temizleniyor. Yani bizim alıştığımız gibi, derinlemesine bir süpürme beklemeyin.. Ama 7 gün çalışıyor olması bence affetiriyor bu kusurunu :-) E haftada iki kere de vileda yaptık mı ev mis gibi oluyor ! Hatta şunu söyleyim: temizlik için ekstra yardıma ihtiyaç duymadım şimdiye kadar.

Artık fiyatları da makul bir seviyeye geldiği için eğer eviniz müsaitse (bence apartman daireleri için ideal), hiç düşünmeden piyasa araştırmasına girin derim.

Bizim oğlan temel modellerden iRobot Roomba 560. İnternet üzerinden, amazon.com'dan aldık biz. Hiç bir sıkıntı olmadan geldi, gayet de güzel çalışıyor :-) Yanında ekstra filtre, fırça ve iki tane lighthouse (deniz feneri) aldık. Lighthouse dedikleri, Roomba'ların girmesini istemediğiniz bir alanın önüne görünmez duvar çizen bekçi aslında. Çok işe yarıyor, özellikle eve henüz mobilyalarımız gelmediğinde, bütün elektronik eşyaların kabloları ortalıklaydı, biz de oraya girip elini ayağını kabloya sıkıştırmasın diye o bölgeye bekçi, yani lighthouse koymuştuk :-)

Evinde kedi ya da köpeği olanlara da müjdem var, Roomba özel olarak hayvan tüylerini de toplaması için ayrı bir model daha çıkarmış. Galiba 570 serisi. Kedi tüyünün gıcıklığını bilen biri olarak, bence çok yerinde bir karar olmuş !


İnsan farkına varmadan evdeki bu minik robotla iletişime geçmeye başlıyor. Mutfatka iş yaparken "Bak dolaşma ayağımın altında, eziceğim şimdi seni" dediğim çok olmuştur, "bak gene peşimden geliyor" sık sık telafuz ettiğim cümleler arasında :-).  O uslu uslu yuvasında şarj olurken, akşamları da kendisinden bahsedilebiliyor hala: "kaytardı mı bakiim bugün?", ya da "seninki gene misafir odasına girmiyordu, ben de kapadım onu içeriye" gibisinden konuşmalar sık sık geçebiliyor mesela :-D


Evet, uzun lafın kısası: Bir noktadan sonra evin bireyi haline gelen bu minik akıllı robot'u, Abisi Asimov'u beklerken, bizlere yardımcı olması için herkese tavsiye ederim :)) 


Wednesday, February 15, 2012

Persea Americana (nam-ı diğer Avokado)





Tamam, itiraf ediyorum: Avokadoyla bir ask hikayesi yasiyorum! Duygularimiz belki karsilikli olmayabilir ama ben avokadoya asigim :)

Tanismamiz aslinda cok basarili olmamisti. Ben henuz 11 yasindaydim. O ise olgun bir avokado.

Aile zoruyla tanistirilmistik. Bir seyi bilmeden, tatmadan, sevmiyorum denmeyecegini ogretme cabasindaydi bizimkiler bana. Hele sevdikleri bir seyi kizlarina da sevdirebilmek onlar icin cok onemliydi galiba. Ama yok, avokadoyla ilk tanistigimizda tanimlayamamistim bile kendisini. Meyve midir yoksa sebze mi? Meyve deniyordu kendisine ama tadi tuzu olmayan, yagli mi yagli bir şeydi işte..

Biiiiiyk! Gene de aile zoruyla masadan o yarim avokadoyu bitirmeden kalkamamistim. Kalkmamla birlikte, 10 kusur sene boyunca bir daha da yanina yaklasmadim.

Taa ki... İlk fajitamla tanisana kadar. O ilk fajitanin yaninda tekrar avokadoyla karsilasmak sasirtmisti beni ilk basta. Ama sanirim babamin "bir seyi tatmadan sevmiyorum diyemezsin" dersi kulagima kupe olmus ki, tekrar denemek istedim bu meyveyi...

Bu sefer sanki ilk yedigimden cok farkli bir meyveyi yiyormusum gibi, o tatsiz, garip lezzet beni buyuledi adeta. O minicik kapta getirdikleri avokado ezmesi (guacamole) yetmemisti.. Bu sefer tadi damagimda kalan bir lezzet olarak masadan kalkiyordum...

O gunden beri, avokado avindayim. Dunyanin heryerinde manavcilara avokado var mi diye soruyorum :) Ve Uzun zamandan sonra, her mevsim taze ve olgun avokado bulabilecegim bir sehre tasindim nihayet!

Burada da avokadolarin cins cins oldugunu ogrendim.. En yaygin ve makbulu Haas Avokadosuymus. Tadi da pek guzel gercekten :)

Avokadonun anavatani Meksika olunca, bu kadar bol ve uygun fiyata bulunabilmesi benim icin pek hayirli olmadi. Evet cok saglikli bir meyve ama azi karar fazlasi zarar dememis miydi bizim atalarimiz? Her gun kasik kasik avokado yersem ne olur benim sonum? Sonun baslangici neye benzer peki?

Avokado dedigim gibi tropikal bir meyve. O yuzden avokadoyu buzdolabina sokmamak gerek, tipki ananas, papaya, mango gibi.. Ya da kisacasi hic bir tropik meyve buzdolabina girmemeli... Tek bir istisnasi var bu kuralin: eger meyveler yeteri olgunluga ulasmissa, sogutmak veya daha fazla olgunlasip porsumemeleri icin buzdolabinda muhafaza edilebilirler.

Avokadomu salatalarimda, guacamole olarak, hamburgerimin icinde, ya da uzerine azicik limon sikip kasik kasik bile yiyebilirim...

Bizim mutfak mutfak olali avokado eksik olmamaya basladi artik evde. Ya salatayla beraber, ya da deneysel guacamole olarak haftada en az 3 kez yedigimi soyleyebilirim :)

Deneysel diyorum cunku habire daha iyisini yapabilmek icin malzemelerde ufak degisiklikler yapiyorum. Bir sonrakine jalapenos (meksika aci biberi) eklemeyi dusunuyorum. Ama simdilik sizinle elimdeki temel tarifi paylasabilirim ;-)

Zemberekkusu blogunda (tıkla) gecen haftalarda guacamole tarifi yazinca, avokado sevgisinin gucune daha bir inanir oldum, ve taslak halinde duran bu yarim yamalak guacamole yazimi avokadoya adamaya karar verdim :))



 Aslı'nın GUACAMOLE'si

Malzemeler:
-1 olgun avokado (kabugu koyu yesile donmeye basladıysa ve yumusadıysa olgunlasmıstır)
- 1/2 yesil limon/lime (yoksa 2-3 tatlı kasigi limon suyu da olur)
- 1 avuç taze kisnis yaprakları (ince ince dogranmis)
- 1 dis sarmısak (kucuk)
- 1/2 domates, minik kuplere dogranmıs
- tuz&karabiber


Hazirlanisi:
- Avokadoyu ikiye bolup cekirdegini cikardiktan sonra icini kasikla bir kaseye bosaltin.
- Domates haric butun malezemeleri kaseye koyup, catalla avokadoyu ezerek hepsini kasistirin (limon suyunu zevkinize gore azar azar da ekleyebilirsiniz)
- Kup kup dogranmis domatesi de ekleyip, bu sefer ezmeden karisimi bir kere daha karistirin.





Guacaomle'Niz afiyetle yenmeye hazir!!!! :)))



Bari elim degmisken, avokadonun salatada kereviz sapıyla cok uyumlu oldugunu da yazayım hemencecik :)) Avokado kullandıysam salatada, domates koymuyorum ama (bilimsel bir sebebi yok :P). Bir de ekstradan beyaz peynir kırıntıları ekleyince daha da bir guzel oluyor :-D (bak acıktım gene!) Sos olarak da sadece limon&zeytinyağ sosu hazırlıyorum, azıcık da kuru nane atıyorum icine. Marul salatasına daha bir guzel oldu... Bu da benden son dakika notlari :))



Foto kaynak: ilk üç resim Wikipedia'dan

Sunday, February 5, 2012

Super Bowl XLVI

Düne kadar bu Pazarın, Amerikan Spor takvimindeki en önemli Pazar akşamı olduğunun farkında değildim.

Hayatın durduğu 46. Super Bowl akşamı şu an itibariyle başlamış durumdadır!!

Saat 18.00 ve New York Giants'ın New England Patriots'larla karşılaşacağı maçın düdük çalmasına 30 dakika var ama Maç öncesi program canlı yayına başladı bile.

Benim için tabii SuperBowl henüz tam olarak anlamlı bir spor gecesi değil, umarım zaman içinde ben de bu gecenin keyfini çıkarabilecek kadar uzmanlaşırım bu Amerikan futbolu konusunda :-)

Ama şimdiden reklam dünyasının görücüye çıkarabilmek için milyon dolarlık reklam sürelerinin alındığı bir geceye adım attığımızı biliyorum ve hayatımda ilk defa bu geceye canlı canlı tanıklık edeceğim için de heyecanlıyım! Hatta Youtube'dan bazılarını şimdiden seyrettim :))

Olayın ciddiyetini tam anlayamasam da, galiba Super Bowl gecesinin benim gözümdeki asıl anlamı arkadaşlarla bir araya gelinip acılı tavuk kanatlarının yendiği, bol bol bira içildiği bir "dostlar" buluşmasını temsil etmesi gibime geliyor :-D E tabii bir de şampiyonluk gecesi.


Şampiyonluk demişken belki de bu Super Bowl'un ne olduğunu da anlamakta fayda var (e bir zahmet di mi :-P)


Günümüzde 111 milyon kişiyi ekran başına çektiği söylenilen Super Bowl Maçının ilki 1966 senesinde oynanmış. O dönem 2 ayrı Profesyonel Amerikan Futbol liginin olmasından ötürü ve bu iki ligin birleşmesinin ve NFL'in kurulamasını sağlayan anlaşmanın yürülüğe geçeceği 1970 senesine kadar, her iki ligin şapiyon takımlarının karşı karşıya geldiği bir Şampiyonlar Şampiyonası olmuş.

1970 senesinden itibaren, profesyonel Amerikan futbol takımları iki ayrı konfederasyona ait takımlar olarak ayrılmışlar. Her Konfederasyonun kendi şampiyonluk maçı olsa dahi, hepsini bir çatı altında buluşturan NFL'e (Ulusal Futbol Federasyonu) mensup takımlar oldukları için, nihai kupa ve şampiyon Super Bowl kupasını eve götüren takım olmaktaymış (umarım doğru anlamışımdır!-dedim ya, yeniyim ben de bu konuda :-P).


Her sene yaz sonu başlayan lig maçlarının sonucunda, iki konfederasyonun şampiyon takımları, Super Bowl kupası için karşı karşıya gelmekteler.



Evet, Kelly Clarkson şimdi de canlı canlı ABD Milli Marşını söylüyor :-) (ben de kendimi olay yerinden bildiren bir gazeteci müsvettesi sandım birden :-P)


Evet, ne diyorduk??.. Hmm, evet.

Super Bowl kupasına Vince Lombardi Kupası ismi verilmiş. Vince Lombardi, ilk SuperBowl maçını kazanan takımın antrenörü olmakla birlike, kariyeri boyunca hiç bir sezon kaybetmeyen Amerikan futbolu antrenörü olarak NFL tarihine geçmiş bir kişiymiş (ki ismi de kupaya verişmiş işte ).

Super Bowl'un bir başka özelliği de oynanan senelere göre adlandırılması yerine, Roma rakamlarıyla sıralanmasıymış. İşte o yüzden bu sene oynanan Super Bowl maçı da 46ıncı olmasından ötürü, Super Bowl 2012 yerine, bu şekilde karşımııza çıkmaktadır: Super Bowl XLVI :-)





 Şimdilik benim için sadece Amerika'da hayatın durması anlamına gelen Super Bowl gecesi hakkında ne yazık ki şimdilik bu kadar bildirebiliyorum. Amerikan Kültürüyle daha haşır neşir oldukça farklı bir bakış açısıyla tekrar yazacağıma eminim bu gece hakkında. E eliniz boş dönmeyin, bu gece görücüye çıkan birkaç reklamlı birlikte seyredelim bari: 



















İlk yarı arasındaki show'da Madonna sahne alacakmış, ben de bari kendisini beklerken biraz çips yiyeyim :-)


Not not not: Pazar gecelerini geldiğimizden beri eve ısmarladığımız Tavuk Kanatlarıyla film seyrederek geçirmeye karar vermiştik. Ancak Super Bowl Pazarı olduğu için bu akşam hiç bir restorandan ne online ne de telefonla tavuk kanadı siparişi veremediğimizi öğrendim. Önceden satın alınıyormuş! Neyse, bir dahaki seneye hazırlıklıyım işte :-P

foto kaynak: wiki ve youtube 

Tuesday, January 31, 2012

Yüz karası Entep Gelini, ben... ve Yoğurtlu Patates Yemeği


Evet, sanırım Entep gelinleri arasında hiç zorlanmadan, gelinlerin yüz karası seçilebilirim. Sebebi mi? Birincisi memleket sebzesi patlıcanla aramın iyi olmamasıyla başlayabilir, mutfakta hamaratlıktan uzak, pratik yemeklere kaçan moderen bir gelin olmakla saymaya devam edebilirim herhalde... İkincisi, bulamadım... Neyse, ana fikri sanırım anladınız.

Antep Mutfağı da ne güzeldir halbuki; Analı kızlısı, çiğ köftesi, kebabın binbir çeşidi, içli köftesi, kuru patlıcan dolması... say say bitmez. Ama gel gör, benim elimden gelebilme olasılığı olsa bile (öhö öhö!), nedense daha farklı yemekler çıkıyor hep mutfaktan (portakal sulu somon balığı gibi-BBC GoodFood'un sıkı takipçisiyim işte!).

Neyse, Allah'tan bizim evde demokrasi hakim olduğundan (!?), bizim Bey benim yerime de mutfağa girip pek güzel Entep yemekleri çıkarabiliyor. Ali Nazik mi istersin, kısır mı istersin, yoksa elcağızlarıyla yoğurduğu çiğ köfte mi ararsın? Hepsi gelir bizim Bey'in elinden, Maşallah!! :-D

E durum böyle olunca, ben de çok sevdiğim birkaç Entep yemeklerinin yandan çarklısını şipşap yapmakla yetiniyorum... Mesela bunlardan biri Yoğurtlu Patates Yemeği (parmacıklarınızı yersiniz anacım, o kadar güzel bir yemek!!! )


Aslında orijinali bir ana yemektir, yanında bulgur pilavıyla yenir. Başka da birşey aramazsınız daha!

Ama Antep gelinlerinin yüz karası, ben, bu yemeği iyice sulandırarak 30 dakikada pişen bir çorba haline getiriyorum. Bu akşam olduğu gibi ;-)

Bu ülkede demokrasi var kardeşim, ben de yoğurtlu patatesimi sulu seviyorum işte, hmmpff!! Hele New York'a geleli akşam yemeğimizi her gece 10'da yediğimizi düşünürseniz, çorba versiyonu gayet mantıklı ve sağlıklı oluyor işte ;-)

Ben lafı fazla uzatmadan, Antep Mutfağının favorileri yemeklerinden Yoğurtlu Patates Yemeğini taktim etmek istiyorum! Ta taaaaaa!!!

Yoğurtlu Patates Yemeği:


- 200/300 gram arası yemeklik irice doğranmış, ya da kemikliyse küçük parçalara kestirilmiş et (kuzu tavsiye edilir, ama ben genelde dana kullanıyorum)
- 2 büyük patates, kabaca doğranmış
- 1 su bardağı nohut (ben konserve kullanıyorum, bir kutu yetiyor)
- 3 su bardağı yoğurt (süzme tercihimiz)
-1 yumurta
- haspir
- tuz, karabiber
- yemeklik olacak kadar su.

Yapılışı:

1/ etler önce biraz yağda çevrilir, suyunu bırakınca altı kısılır ve suyunu çekmesi beklenir. Üstünü kapatacak kadar su konur ve yumuşayıncaya kadar haşlanır (genelde 30 dak.)

2/ patates eklenir ve pişene kadar kaynatmaya devam edilir

3/ayrı bir kapta yoğurt ve yumurta iyice çırpılır

4/yemeğe nohutlar eklenir, kaynayınca altı kısılır.

4/yoğurda azar azar yemeğin suyu eklenerek kesilmesin diye iyice çırpılır,

5/ yoğurt yemeğe eklenirken karıştırmaya devam edilir ki kesilmesin, bir taşım kaynatılır. Altı kapatılır.

6/ ayrı bir kapta zeytinyağ ve haspir ısıtılır (aman dikkat yanınca çok pis oluyor!!)

 -- HASPİR ilk resimdeki kuru baharattır :-) Bulmakta zorluk çekmezsiniz, haspir yerine başka birşey kollanmayın, hiç bir baharat yerini tutamaz (evet, ben var haspiri çok sevmek) :-)

Yemeğiniz servise hazırdır (çukur tabakta tabii),  Afiyet olsun :-)




Aslı'nın versiyonu :


- Ölçü olarak şuna dikkat etmeye çalışıyorum:  2 ölçü et, 1 ölçü patates, 1 ölçü nohut. Etler ve patatesler biraz daha küçük küp küp doğranır bu sefer.


- Çorba olmasına rağmen çok su koymuyorum, biraz daha sulu yapmaya çalışıyorum o kadar. Yemek zaten sulu bir yemek ve çukur tabakta servis ediliyor.


- Malesef aldığım etlerde pek bir lezzet olmadığı için yemeği ya tavuk suyuyla yapıyorum (evet etli yemek olsa bile), ya da bulyon kullanıyorum (100% organik olduğunu iddia eden alternatif bir "bulyon" buldum, çok mutluyum :-D)


-Yoğurdun tadı yoğun olmalı!! En önemlisi o bence :)) 


Ben bugün fazla sulu yapmışım mesela, akşama ısıtmadan tekrar yoğurt ekleyeceğim..kemküm... Bir de bu akşam ilk başta düğün çorbası yapayım dedim, ondan etleri daha da minicik yapmışım.. Neyse, dedim ya, Yandan Çarklı bu.. Affınıza sığınıyorum :-)