Friday, November 30, 2012

Ben, kahvem ve düşüncelerim

Bağımsız yaşayabilmek önemliymiş hakikaten. Yok , yok, yanlış anlaşılmasın. Basımı alıp gitmek gibi bir niyetim yok, aman. Sadece hayatımda hep baskalariyla yapmaya alıştığım seyleri tek basıma yapmaya başladım ve korkulacak hic bir sey olmadıgını anladım... Sonunda! 

Misal, eskiden sinemaya tek basına gitmek yanliz insan damgasını yediğimi zannettiğim cok ürkünc bir aktiviteydi benim için.. "Aman allahım! Tek basina sinema mı? Hic mı arkadasın yok kızım senin?" derdim kendi kendime... Ama gecen aksam sinemaya benimle gelecek olan kuzenimin son dakika satışı üzerine, cok yorgun olmama hatta vazgeçmeme ramak kalmasına rağmen; kafamı kaldırdım, omuzlarımı diklestirdim veeee emin adımlarla TEK basıma Radyo Odtu'den kazandıgım Operasyon Argo filminin on gösterimine gittim ! mars mars!

Önce biraz çekingenlik oldu tabii. Herkes sevgilisi, arkadaşı, eşi, dostuyla gelmişti.. Ben ise boynu bükük bir Yanlız! Ama salona girdikten sonra, yer arayan genclere yanımdaki koltuğun boS oldugunu gururla söyleyebildim. İste o an kendimle hakikaten iftihar ettim! Filmi soracak olursanız, valla ben beğendim filmi. Son zamanlar ya hep aksiyon filmi ya da bilim kurgu seyrettiğimizi dusunecek olursak, farklı bir tarz iyi geldi. Ben Affleck bence cok kararında bir oyunculuk ve rol üstlenmiş. Film onun etrafında donmedi. Hoşuma gitti o yuzden.

Yorgun ama gururlu bir sinema zaferinden sonra, bugun de gittim Kitir'da tek basıma Kumpir'imi yedim! Yan masalar buna şaşırmıştı sanki. Günesinde azıcık yüzünü göstermesini fırsat bilerek oturdum dışarıdaki masalardan birine, gecenleri seyrederek yedim afiyetle Kumpir'imi :) 

Tabii, bu bütün bahsettiklerimi NYC'de yapiyorum az cok. Sanılmasın ki sembiyoz halinde yaşamımı sürdüren bir tipim! Yemeğimi cok sık tek basıma yiyorum disarida. Henuz tek basına sinemaya gitmedim ama o da yakındır, özellikle sabah seansları için :) E kahve deseniz, zaten bireysellik üzerine kurulu bir sehirde grup halinde starbucks'ta oturmak abuk bir durum oluyor! Starbucks demek, Siz+Kahveniz+Apple familyasının bilumum ürünü demek :)) Sokaklarda zaten kendi kendime dolaşırım, alışveriş desen hep kendi kendime yaparım, parka bile kendim giderim (aman da aman, ne de becerikliymisim :P)

Peki neden, is bütün bunları Ankara'da yapmaya gelince cekiniyorum, gözüm korkuyor, ürkünc geliyor hepsi? Asırı sosyal bağlarla mı hareket etmeye alisigiz bizler Türkiye'de? Yanlız birşey yapınca neden garipseyen gözlerle bakilir hep insana? Acinilir hatta yanlız takılanlara, özellikle de kadinsa o yanlız oturan... O an birden dunyanin en gariban insaniymisiniz gibi hissettirir o bakışlar adeta.

Halbuki Avrupalı nineler sür surustur, tak takistir yanlız bile giderler 5 çayına.. Bir guzel de keyif yaparlar o incecik porselen bardaklardan icerken o caylari, o kahveleri :) Ama ben bile zamanında o ninelere "yasssik tek basına oturmuş çayinin keyfini cikarmaya calisiyor" diye bakardım hep. Ne kadar yanlış düşünüyormuşum meger. Yapmak istediği seyi sırf birlikte yapabilecegi kimsesi yok diye yapmayacak mı insan?

Baslamisken, devam edeyim bari: neden birbirini tanımayan iki insan ayak üstü sohbet ettiginde bu sefer de başka bir art niyet ararız? Simdi bundan benim boyle herkesle havadan sudan sohbete girdiğimi sanmayın. Ama insan bazı davranışları sevmeye başlıyor yaşadığı yerin, onları da kendi ortamına uydurmak istiyor.. Mesela, bunlardan birisi alışveriş yaparken o an yaninda duran kisiye fikir sormak o kadar normal ki Amerika'da, bu cok hoşuma giden etkileşimlerden biri (yutdisinda diyemiyorum cunku hakikaten bu kadarini bir tek Amerika'da gordum ve evet ben yeni keşfediyorum o memleketi, ne olmus yani?). İste mumkun mertebe ben de aynısını yapmaya başladım artık Ankara'da. Pasabahce'de benimle aksesuar seçenlere nazikce fikrimi sunuyorum. Birisinin üstünde birşeyi mı beğendim, hemen soruyorum nereden aldığını. Pozitif enerji yüklemesi oluyor bence :)

Bizler galiba annemizin aman "yabancılarla konuşma" uyarısını ciddi sekilde uygulamaya devam ediyoruz yetişkin olduğumuzda bile :) Ya da "ne yapacaksın tek basına orada?" sorusu hala kulaklarimizda cinlamaya devam ediyor ki, burnumuzu disari cikarmak istemez oluyoruz tek basına yapılacak bir aktivite için...

Buket arkadaşımın bana guzel bir önerisi olmuştu, kendisini cok sık anar oldum bu günlerde :) Buket'cim once doktora için terk etti Ankara'ya, sonra da Avrupa'nin bilumum sehirlerinde yaşadıktan sonra solugu en son Norveç'te aldi. Orada da maraton koşmaya başlamış... Nasıl İmrendim anlatamam! New Yorker'larin kosu tutkusu beni cok etkileyen baska bir seydir aslinda. İlker'in japon meslektasi, hafif aksak olmasina ragmen new york'a tasindiktan sonra kosmaya baslamis ve 2 senedir maraton kosar olmus!! Hakikaten insan azmi muhtesem bir sey! Sınırlarımızı biz kendimiz koyuyoruz, bunu kabul etmemiz gerekiyor. Neyse, Buket'e "ya ben de istiyorum koşmak ama tek basıma cok sıkılıyorum, motive olamıyorum" dediğimde, bana cevabı su olmustu: baskasina bağımlı hale getirme kosuyu. Kendine guzel bir müzik listesi hazırla ve kısa surelerle, yavaş tempoyla başla. Ama tek basına başla!

O bagimli olma kimseye demesi beni baya gaza getirdi ki, sinemaya bile kendi kendime gider oldum :P Heheyt!! Dönünce kendimi koşmaya verecegim.. Zaten dunyanin sonu da geliyor, antremanli olmaliyiz. Ee survival of the fittest (en guclunun hayatta kalmasi) insanoglunu bugünlere getiren özelliği degil midir? İste dunyanın sonu gelince artık kaçacak yer arayacağımız için en hızlı kosan en iyi mağaraya sığınır herhalde :)) Ben koşmaya geç bile kaldım!!! Koş koş.. Hadi kalk durma :D

Neyse, bugun rahat bir günüm o yuzden sokaklardayim tek basıma. Bu yazıyı da bir Kafe'den yazdim (tamam Armada'daki Starbucks'tayim, ne var yani?? Burası da kafe degil mi?)- oh ayaklarımı uzattim, lattemi yudumladim.. Simdi de yılbası tebrik kartlarımı yazacağım tek tek :)

Tebrik kartı isteyen varsa yollasın adresini bruksellehanasinin mailine; ya Ankara'dan ya da New York'tan yazar, atarım size de bir tane.. Tipki eski günlerdeki gibi! Sumuklubocek hızında ulaşır artık size :D (bunu dememin sebebi teee Agustos'ta Kuba'dan yolladigim kartlar daha dün adreslerine ulaşmış olmaları!)

Kendinizi sevin arkadaslar.Benden tavsiye "korktuğunuz", tamam fazla kuvvetli bir kelime oldu o, duzeltiorum hemen: çekindiğiniz seylerin üzerine gidin.. İnanilmaz bir başarma duygusu yaratıyor bünyede! Moral icin birebir :)



Tuesday, November 20, 2012

Kendi kendime...

Turkiye'deyim gene... Her gidiş-gelişimde zamanın ne kadar acimasiz oldugunu daha da fazla görüyorum... Kimseyi bıraktığım yerde bulamıyorum sanki... Halbuki buradalar. Ama zaman fazlasıyla hızlı akıp gitmiş... Hersey aynı ama bir o kadar da farklı...

Bir yandan bu sehre ait, diğer yandan yabancısı gibi hissediyorum... Herkes her konuda şikayet etmeye devam etse bile, ben seviyorum herseye rağmen utangac ve çarpık bacaklı sehrimi...

Ankara değişmeye devam ediyor, yeni binaları  görüyorum gozumun ucuyla Eskişehir yolunda giderken.. Ama kıs aylarında tipki lise yıllarımda olduğu gibi bir is kokusu sarıyor gene aksamlari başkenti. Benim hoşuma gidiyor ama. Ankara benim için is kokusu mu yoksa?

Sonra, tanimadigim insanlara kasada, markette, sokakta iletişime her geçtiğimde üzülerek hala nezaketten nasibimizi alamadığımızi goruyorum... Komiktir ama, ben bile suratsizlasiveriyorum uçaktan iner inmez. Onume zart diye gecen birine oracikta ders veresim geliyor. Tahamulsuz oluyorum aniden. Sonra da kıziyorum kendime.

Zamanın su gibi akıp gittiğini cok daha fazla hissediyorum Ankara'ya her gelişimde... Kendi çocukluğumu tekrar yasıyorum Binses'teki eve her gittigimde mesela. Sonra aynı evde İlker'i arıyor gozum, geri döneceğimiz gunü iple çekiyorum o an :)  Baba evine her gittigimde, tekrar o minik yatağıma kafamı her koyduğumda ise Üniversiteli gibi hissediyorum gene. Midterm'ler, finaller, ödevler..  "Asli Hanim, alttan su ve su dersiniz eksik gözüküyor, diplomaniz o yuzden geçersiz; tekrar o dersleri vermeniz gerek" diyen kabuslarımı hatırlıyorum (!).

Sonra  sokakları karıştırıyorum bazen, sinirleniyorum kendime ciddi ciddi.. Trafik diyorlar cok fena, ama moralimi bozmaya yetmiyor benim. Seviyorum arabada radyo dinlemeyi, trafik varmış yokmus cok da umurumda oluyor iste.. Gene bir yarışma için aramalıyım muhakkak diyorum kendi kendime.

Habire yapılacaklar listesi hazırlıyorum, notlar yazıyorum saga sola. Sonra o kalabalık notlar çantamda beni deli ediyor, ama olsun.

Herkese zaman ayırmak istiyorum, sonra birden kimseyi gormek istemiyorum. Aniden kendi basıma kalasım geliyor. Uzun uzun yürümek istiyorum ama yürüyecek sokak bulamıyorum. Okula git, orada yürü, bak nivyork'ta kaçırdın "foliages" mevsimini, simdi tam zamanı git doya doya seyret ağaçların yaprak dökümünü  diyorum, diyorum ama... Kim gidecek simdi taa oralara diyorum hemen ardından...

Çalıştıkça mutlu oluyorum, fakat üzülüyorum uzakta oldugum için.. Daha fazlasını yapabilir miydim acaba diyorum? Cevabını bilsem dahi kendi kendime bu soruyu gene de soruyorum. Başka türlüsünü yapamam, kendimi cok iyi tanıyorum. En ideali bu benim için.

En cok şükretmeyi hatırlıyorum kendi kendime kaldigimda; aksam kafamı yastığa koyduğumda derin bir nefes alıp hayatımdaki olumlu seyler için sukrediyorum. Sonra sessizce ertesi gunun planını yapiyorum kafamda, o planın hic bir zaman tutmayacagini bilsem dahi gene de ısrarla program yapiyorum kendime.

Ve usulca uykuya aliyorum....