2006–2007 de Afrika’yı konu alan baya film çekildi..
The Constant Gardener, Lord of War, Blood Diamond ve The Last King of Scotland severek izlediğim filmler oldu.
Sanki hepsi Afrika'daki acı gerçekleri bizlere, şanslı doğanlara, aktarmak için birer yarışa girmişlerdi... yoksa amaçları tamamen ticari bir güdüyle Afrika’nın sırtından bol sıfırlı gişe rekorları kırmak mıydı ??
Gecen hafta Blood Diamond'u seyrettik, bu hafta da The last king of Scotland'a gittik. Ben her iki filmi de, diğer Afrika temalı filmler gibi beğendim.
Sonra uzun uzun düşündüm... Niçin beğendim ben filmleri?? Kısacık Afrika maceramı/sevdamı beyaz perdede seyrettiğim sahnelerle yeniden yasadığım için mi, yoksa başarılı (Oscar adaylı vs) birer Hollywood filmi oldukları için mi?
***
Hiç unutmuyorum, Belçika’ya ilk gelişimizde Kinshasa nasıl da burnumda tütüyordu.
Oradaki havayı soluyabilmiş olmak benim için nasıl bir önem taşıyordu.
Belki de annemin dediği gibi benim tohumlarım Afrika'da atıldığı için toprak beni çekiyordu. Tam olarak bilemiyorum niçin bu kadar sevdim Afrika’yı? Aslında yüreğime dokunduğu, o muhteşem doğası, sıcacık insanları ve yaşamak ne demek olduğunu bana gösterdiği için çok sevdim...
***
Afrika baltanın ya da batılı dünyanın ifadesiyle medeniyetin (demokrasi oluyor ya bu) girmemiş olduğu koskoca bir orman. Hayatin bütün acıları günlük yaşamın birer parçası olmuş, ama bu acıların hiç kimsenin neşesini, yaşam sevincini bozamadığı bir yer.
Hastalıklar, ölümler, savaşlar ve birilerinin ülkeyi hep sömürmesi o kadar günlük hayatın içinde yer alıyor ki, bu acılara inat edercesine hayatı bir o kadar neşeli ve şarkılarını bir o kadar içten söylemeye devam ediyor koca Afrika.
Serge diye bir şoförümüz vardı, çok akıllı bir çocuktu, cin gibi hatta :). Çok da güzel araba kullanıyordu. Simdi sorarsınız niye şoförünüz vardı? Nedir bu lüks hayat diye?
Başta güvenlik sebeplerinden dolayı; Kinshasa'da sadece bir kez arabayı kendim kullandım , onda da yanımda Ilker vardı. O akşam evimizin önünde, koskoca işlek caddede iki tane genç kendisini arabanın önüne attı. Istedikleri sigaraydı ama arabaya sarılmaya başlayınca ben korktum ve tek başıma olsam herhalde ne yapacağımı şaşırmış bir halde dona kalırdım orda, gerisini düşünemiyorum bile- üstlerine mi sürerdim yoksa kapılar pencereler kilitli titreyerek İlker'i mi arardım. ( Insan kendi memleketinde biliyor nasıl davranacağını ama burada şaşırıveriyor, sizin bir hareketinizin ırkçı bir hareket olarak algılanmasından korkuyorsunuz, arabanın altına yatar ezdi beni der hadi bakalım ayıkla pirincin taşını)
Bir de tabii daha bir sosyo-kültürel anlamı var: zamanında sömürgeci beyaz adamın alışmış olduğu bütün hizmetler hala günlük hayatin bir parçası. Çamaşırını kendi yıkayan bir beyaz, adam yerine koyulmuyor, komik bir şekilde saygı hiç duyulmuyor. (beyaz kelimesi sadece ten farkından ibarettir, Afrika’da siz beyazsınızdır. Yok Türk müşsün, yok Macar mışsın hatta Hintliymişsin hiç bir anlamı yoktur. Irkçı bir ifade değildir altını bir kere daha çiziyorum)
Evet, ilk başta algılamak çok zor geldi benim için de ama küçücük bir evimizde haftada 6 gün gelen bir yardımcım vardı -Fifi :) (ah Fifi ah :) seni nasıl da aradım buralarda )
Bir yandan kızıyorsunuz bütün bunlara, ama diğer yandan sizi eğitimli, güvenilir ve saygı değer yapıyor bu alışkanlıklar. Fifi’nin veya Serge’in bizde çalışması onlar için büyük gurur kaynağı idi, Beyaz adam onlara kötü davranmaz ve emeğinin karşılığını adil bir şekilde verir mantığı ile- nasıl bir tezatlık değil mi? Beyaz adam bütün kıtayı yüzyıllarca sömürsün, kessin biçsin herkesi, ama hala güvenilir adam olarak algılanmaya devam edilsin (??)
Evet, Serge’in basına gelenlerin söyle bir listesini çıkarırsak:
Serge’in küçük oğlu sıtma oldu haftalarca tedavi edildi.
Serge’in hastalanan oğlu vefat etti.
Serge’in fırtına ve yoğun yağmurlar yüzünden evinin çatısı paramparça oldu.
Serge ve karisi ayrı ayrı baba evlerinde kalmak durumunda kaldılar.
Serge, diğer oğlunu da kendisiyle goturmustu babasının evine.
Serge’in karisi başka bir “koca” buldu kendine ve Serge’i çocuklarıyla beraber bıraktı.
This is Africa gerçeğinin bir yüzü de bu, diğer yüzü de siyasi istikrarsızlık ve iç savaşlar.
Bütün bunları yasayınca, sen alamadığın bir ayakkabı için üzülür müsün? Yoksa aksam klima bozuldu çok sıcaktı diye yakınabilir misin bir daha?
***
Seyrettiğim filmlere gelince, hepsi bir yerden bir konuya dokundurma yapmış:
Medeni ülkelerin Afrika sırtından yürüttükleri milyarlar değerindeki kacak silah ticareti, ilaç sektörünün devlerinin ve gene büyük medeniyetlerin Afrikalıları kobay gibi kullanması, conflict zone elmas ticareti ( savaş elmasları mı deniyor ?) ve büyük medeniyetlerin (bu terimi her kullandığımda gülüyorum) Afrika’nın zengin topraklarını post modern bir bicimde sömürmeye devam edebilmeleri için maşa gibi kullandıkları liderler ve körükledikleri iç savaşlar.
Tabii ama en önemlisi, bütün filmlerin ticari bir kaygısı olduğunu unutmadan seyretmek. Hollywood bu :)
Afrika fonuyla (pilav üstü kuru fasulye gibi :P )
-aşk hikayeleri,
-gözü dolduracak demokrasi nidalarıyla hergün televizyonlarda izlediğimiz dünyayı kurtarma misyonunu üstlenen ülkerlerin yasadışı silah ve elmas ticaretleri
-macera için giden bir doktorun travmatik anılarından uyarlama gerçek olaylara dayanan
birer hollywood filmi hepsi eninde sonunda.
Aslında bütün bu filmlerde gerçeklik payı tartışılmaz biçimde var. Ama sırf Afrika’nın gerçekleri değil ki, günümüzün acı gerçekleri bunlar. Sahipsiz kıta Afrika’nın (sahipsiz? nasıl bir kelimedir bu şimdi??) bati medeniyetleri tarafından keşfedildiğinden (?) beri bir türlü yakasını kurtaramadığı gerçekler.
Bütün bunları yazarken, Afrika hakkında düşüncelere dalarken veya filmler seyrederken kendi kendime de konuşmuyor değilim hani. Afrika’yı bilen önemli bir şahsiyet mi oldum? Yaşadığım topu topu 9 aylık Afrika deneyimi, evet oranın havasını soludum ama ne oldu? Uzman mı oldum? Afrika’nın bütün sorunlarına cevap mı getirdim? Çözdüm mü Afrika’yı?
Hayır, tabii ki. Ama gönül bağladım o güzelim kıtaya. Uzaktan üzülmekten ve özlemekten başka da bir şey yaptığım yok. Anlatmak dışında. Kendimi, yaşadıklarım sayesinde geliştirebilmek dışında.
Hayatımda elimdeki her şey için- sağlık, aile, akşam boğazımdan geçen yemek için şükretmeyi en iyi orada öğrendim.
Koskoca bir tokat yedim, ama çok da iyi geldi :)
Tokattan sonra da o güzel kollarına aldı beni Afrika. Güneşiyle ısıttı, doğasıyla şımarttı beni ve heryeri inleten ekvator yağmurlarıyla da kendime getirdi :)
***
Dediğim gibi Belçika’ya geldiğimiz gün, burnumda tutuyordu Kinshasa. Metroda gördüğüm bütün "Maman" lara sarılmak istedim, o kocaman bünyelerine sarılıp kafamı okşasınlar istedim.
"Hadi iyisiniz şimdi, Brüksele geldiniz medeniyete kavuştunuz" laflarına verdiğim '"Ben Kinshasa'yi buraya kat kat yeğlerim" cevabımı sanırım kimse anlamadı. Birtek benim gibi hisseden ve düşünen canım kocam dışında.
Sevgiler,
Aslı
bir de şöyle yemyeşil bir manzara resmi koyayım dedim :)
6 comments:
cok guzel bir yazi olmus, benim de gormek istedigim ama cekindigim yerlerden biridir afrika.. ozellikle en eski insan kalinntilarinin afrikada olmasi, ilk insanin afrikadan dunyaya yayildigi hipotezi beni cok etkiler afrika konusunda.. paylasimlar icin tesekkurler..
bu arada ben de belcikada yasiyorum, leuven'de..
sevgiler..
Evren, yaziyi begendigine cok sevindim. Kara afrika kesinlikle gorulmesi gereken yerlerden biri bence de , ama insan oyle isteyince atlayip gidemiyor maalesef.. dedigin gibi hepimizin atalari o topraklardan cikma :) cok etkiliyici gercekten
Biliyorum leuven'de oldugunu, blogunu uzun zamandir takip ediyorum, sessizce :)
Gizem Pideci'nin yazisinin ustune bir de gercek hikaye cok iyi tamamlamis birbirini.
Güzel deneyim olsa gerek.
bu konuyu boyle aciklikla dile getirmeniz cok guzel tesekkur ederim iki yazi icin de
Baska resimler yok mu, insanlari mesela?
Post a Comment