Friday, July 30, 2010

Nerede Kalmıştık ?






Nerede kalmıştık?

Eveeet... Gittik, gördük, geldik işte. Nereyi mi?

Dünya'nın sekizinci, Afrika'nın en kalabalık ülkesi Niyerya'yı!



Gidişteki heyecanımı sanırım biraz da olsa önceki yazımda aktarabildim.

Çocukluğumdan beri duyguğum hikayelerin, hala eskitemediğim ve severek giydiğim annemin "vintage" elbiselerinin, elime alıp dakikalarca incelediğim resimlerin arka fonunda hep Lagos, hep Nijerya vardı - Bir de tonlarca Moskova fotoğrafları var ki, o resimlere de Moskova hikayeleri eşlik ederdi hep. Onları da başka bir zaman anlatırım artık (boş vaatler bunlar di mi? hep söz veriyorum, sonra da unutuyorum :( Peehh )

Neyse, konumuzu dağıtmadan ben devam edeyim... Kafamdaki ve resimlerdeki Nijerya ile benim gördüğüm Nijerya'nın pek alakası yoktu.

Hoş, kafamdaki Nijerya aslında Kongo Demokratik Cumhuriyetine benzeyen, fakir ama gururlu, karmaşık ama kendine has bir güzelliği olan bir ülkeydi. Kara Afrika'da Kamerun'u, Kongo'yu (Brazzaville) ve Kenya'yı da gördükten sonra (tabii ki sadece başkentlerini!), hayalimdeki Nijerya çok benzer özelliklere sahipti...

Örneğin, Kenya dendi mi her aklımıza geldiğinde keyiflendiğimiz, Kenya Airways pilotunun muhteşem ötesi sesi ve tarzıyla yaptığı anons var:) Taklit dahi edemiyoruz, yok öyle bir tarz... Dalga geçmiyorum, nasıl cool olduğunu gerçekten de anlatamam!! Kamerun deseniz, herkesin çift dilli oluşu, çok güzel konuşmaları, güler yüzlü ve espirili olmaları ile aklımda yer etti işte.

Ben gene bu duygular ve beklentiler ile cool, sıcak ve güler yüzlü insanlarla karşılaşacağımı düşündüm.

Tabii ki de sırf bu amaç için kurulan, ve 90'lardan sonra başkent olan Abuja'nın belki de ruhunun olmasını beklemek çok da akıllıca değildi.





Gene de yiğidi öldür hakkını yeme, ruhu olmasa bile, Abuja'da Nijerya'nın zenginliğini gerçekten de hissedebiliyorsunuz: yepyeni, kocaman modern binalarla dolu başkent. Düşünün bir, Bakanlık binaları bizim Ankara'daki bakanlık binalarından bin kat daha güzel, hatta daha estetik !! Yollar deseniz: 4'er şeritli çevre yolları, yoncalar, köprüler, ŞERİTLER, kaldırımlar, peyzaj çalışmaları, parklar vs... Valla bu konuda bizden bile güzeldi desem, belki de çok abartmış olmayacağım!


Ama, ama... ruhsuz, cansız geldi bana tüm sokaklar :(((

Karşılaştığım Nijeryalılar ise hep mesafeliydi. Kongo'nun (her ikisi de) veya Kamerunun zıpır tavrı yoktu hiçbirinde :(

İki günlük Abuja ziyaretiyle tabii ki koskoca Nijerya işte bundan ibarettir diyemem. İlk izlenimlerim bunlar oldu ama. Gene de çocukluğumdan beri dinlediğim hikayelerin güzelliği kaybolmadı. Onlar başka bir dönemin, başka bir bölgenin, başka bir hayatın hikayeleri..

Tuesday, July 6, 2010

Hello Nigeria! That's my motherland!

Lagos, 1977


Yukarıdaki resimde ben neredeyim???

Soldaki Annem, sağdaki ise annemlerin Endonezyalı arkadaşlarının kızı (öyle dendi)

Peki ben neredeyim?


Annemin karnında :))))


İşte bu hafta tohumlarımın atıldığı yere, Nijerya'ya gidiyorum... Gerçekten de toprak mı çekiyor acaba?


O kadar çok hikaye var ki kulağımda :) Yoruba'ları, İgbo'ları, Hausa'ları daha gitmeden biliyorum: ) Ah, bir de doğum yerim Lagos olaydı, göbüşüm dışa dönük kesilmiş olaydı :)

(Valla şaka yapmıyorum! 7 ay annemin karnında zaten oradaymışım, e bir iki ay daha kalsaymışız da benim de doğum yerim Lagos olaymış, tam Afrikalı olurdum işte)


Heyecanlıyım anlayacağınız... Hem iş için, hem de Nijerya'ya gidiyor olduğum için...


İzlenimlerimi yazana kadar Dr.Alban'la idare edelim hep beraber: Hello Africa! ;





Monday, May 31, 2010

¡Ay, caramba! / Mamma Mia!


Hayretler içinde her sabah uyandığımda rüyamda bir şekilde italyanca konuşmaya çalıştığımı hatırlıyorum... Durun durun, bunda ne var demeyin, çünkü işin komiği italyanca patlatıyorum derken, ağzımdan habire ispanyolca kelimeler çıkıyor olması!!

Ve her sabah uyandığımda şöyle bir karar almış oluyorum: iş güç yüzünden üzülerek devam edemediğim italyanca kursuma, kaldığım yerden kendi kendime devam edeceğim, hmppf!!

Gerçekleştirebiliyor muyum henüz bu isteğimi? Hayır tabii ki! :( Gene iş güç ve saçma sapan meşgaleler yüzünden birden akşam olmuş oluyor ve gene rüyamda italyanca konuşmaya çalışırken buluveriyorum kendimi!

Allahım bu nasıl bir kısır döngüdür anlamadım ki? :D

Bu akşam başka bir mizansende (yok havaalanında, yok mahalleyi kafamda canlandırırken, yok kaybolmuşum vs, vs.... sen sor ben söyliiim !!)... Ne diyordum?? Hıı, evet, ben gene kafayı gözü yara yara italyanca konuştuğumu sanarken rüyamda, ağzımdan ispanyolca kelimeler fırlıyor olacak !!

En son Roma'da dolaşıyordum, du bakalım bu akşam nerede olacağım ? :D


Foto kaynak / Anlam: "Lo giuro= yemin ederim!"



Friday, May 28, 2010

Halet-i ruhiye...


Zaman su gibi akıp gidiyor diyoruz ya hep...

33 yaşıma da bastım işte geçen ay :)

5 sene önce bugünleri hayal etmeye çalıştığımda hep daha farklı sahneler gelirdi gözümün önüne. İnsanın "nasıl olsa böyle olur, şöyle olur" dediği çoğu şeyin nedense ( HEP) daha farklı geliştiğini gördüm şu son senelerde...

Bir "planım" da olmadı ki hiç benim, belki de ondandır. 5 yıllık kalkınma planlarıyla yaşamadım hiç bir zaman. Her zaman akışına bıraktım hayatı. İyi mi ettim kötü mü ettim tabii ki tartışılır.

Bazıları bu şekilde yaşamanın düşüncesine bile tahamül edemezken, ben ise diğer türlüsünü hiç algılayamamışımdır.... Karakter meselesi, hayattan beklenilenlerle alakalı işte.

Ama 30lar nedense beni hep bir kokuturdu... Sanki zamanın akıp gittiğini o yaşlarda anlayacağımız için, iş işten geçiyor korkusu salardı beni. Saçma, ben de farkındayım :)

E şimdi nedir düşüncelerim, hislerim peki?

Hayattan ne istediğini bilen, neyi sevip neyi sevmeyeceğini anlamış, gereksiz üzüntüleri kendine yakınlaştırmayacak kadar "akıllanmış", az ama öz olsun düşüncesini benimsemiş, hiçbirşey için geç değildir dendiğinde "kesinlikle" diye kafa sallayabilecek ve hayata karşı umut dolu bakışını hiçbir zaman kaybetmemiş bir kadın görüyorum karşımda...

Eminim 40yaşını devirmiş arkadaşlar bu yukarıdakilere gülecektir, ama olsun ben gene de yazıyorum :)

Kendimi daha iyi tanıyorum, bu beni çok mutlu ediyor..

Ama diğer yandan hala akıllanmadığımı ve "gereksiz" takıntılarımı görünce hem gülerken, hem de "E onu da 40'ında hallet bir zahmet" derken buluyorum kendimi :)

Gereksiz takıntılar neler mi?

İnsanlara değer verilmesi... Karşındakine samimi davranmak. Samimi olmayacaksan, yapmacık ilişkilere gireceksen, hiç girme. Uzak dur benden diye fırça çekesim var bu tür insanlara !

Sanırım belli bir yaştan sonra hiçbirimiz artık "kanka" arayışında değiliz. Bizim için özel olan insanlar bellidir artık, gereksiz hiç kimseye açmayız o özel kapımızı, gönlümüzdeki paşa koltğunu da açmayız öyle kolay kolay...

Ama bu şu anlama gelmiyormuş: bundan böyle kırılmak, darılmak yok diye bir noktaya erişilmiyormuş hemen.

Kırılmaya devam ediyoruz. Ya da ben ediyorum. Sinirleniyorum kendime, gereğinden fazla önem verdiğim için bu konulara. Ne mi oluyor peki sonra? Notumu veriyorum, kapımı kapatıyorum. VE yeni bir adım: açıkça söyleyebiliyorum bunu. Anlayana diyerek.

Ama kırılmış oluyorum işte... O kırılma noktasının gereksizliğini bilmeme rağmen, gene de kırılıyorum...

Diğer yandan herkesi olduğu gibi kabul ettiğimi de fark ediyorum. Kimseyi değiştirecek, kimseye görgü, incelik öğretecek durumda değilim. Herkes öğreneceğini öğrenmiştir, ya da öğrenmeye kendi devam edecektir... Aman bana yaptı, başkasına yapmasın bunu diye bir üzüntüye de girmiyorum eskisi gibi.

Bunları yazarken de gene kendime gülüyorum... Kırılmışım ki bunları yazasım geliyor.

Şunları artık kabul etmediğimi fark ettim (hele şükür): yüzsüzlüğü, pişkinliği ve yapmacıklığı.

Karşıma birisinin geçip bana sitem etmesine artık tahamül edemiyorum, etmiyorum da... İşte burada büyüdüğümü fark ediyorum en çok. İçim içimi yiyeceğine, söylüyorum söyleyeceğimi. Anlayana..



"Ay hayat çok zor vallaaaaa" diyerek noktayı koyayım artık :D



Biz de çocuktuk, bir şeyler öğrendik;
Bildiklerimizle övündük, eğlendik.
Şu oldu, bu oldu da ne oldu sonra?
Bir bulut gibi geldik, yel gibi geçtik.













Tuesday, May 25, 2010

Leylek Airlines


Havada leylek gördüğüm de yok ki....


High season, low season derlerdi... Ben ise sadece "hı hı, evet" derdim.


Sonunda ne demek olduğunu anladım: Leylek Airlines'a sezonluk abonmanmış meğersem bu !!!

Yok, yok... valla şikayet etmiyorum! Haşaaa!!!


Sadece bavul yapmaktan, bişi unutacam diye panik olmaktan ve her seferinde evimi daha da özlemiş şekilde dönmekten biraz yoruldum..



foto kaynak

Monday, April 12, 2010

Previously on...



Evet efendim, gene buluştuk...

Uzun aralar veriyorum ve bundan hiç hoşnut değilim ama yapacak bişi yok.. ya çok yoğun bir dönemden geçiyor oluyorum ya da bulduğum tüm boş zamanlarda enerjimi röşarj etmeye çalışarak geçiriyorum. Buna bir de bahar yorgunluğunu eklersek, zor valla zor...

Neyse, bir ara güneşli bir cumartesi gününde gezilen Ankara Kalesinden bahsetmek istiyorum.. Yanlız fotoğrafların çoğunu başkası çektiği için hala elime ulaşmalarını bekliyorum... grrr !

Resimleri alır almaz o konuda yazacağım, söz.


Bugün bahsetmek istediğim iki film var... Belki bir de son zamanlar bizi saran dizilerden de bahsedebilirim... Bakalım yazı bizi nereye götürecek :)


Eveeeet, birinci film tam bir Hollywood yapımı : Clash of the Titans -3D

Açıkcası ben 3 boyutlu filmleri çok seviyorum, bunu zaten şimdiye kadar anlamışızdır :P

Doğrusunu söylemek gerekirse, şimdiye kadar en iyisi de galiba Final Destination oldu diyebilirim.

Avatar da tabii ki görsel açıdan çok başarılıydı, film sizi bambaşka bir gezegene götürmeyi gerçekten de başarıyor ve 3 boyutlu olması ayrı bir zevk vermiş olsa bile.... bence final destination'ların sonuncusu bu konuda daha başarılıydı (kopan kafalar, kıyma etler daha bir güzel geldi galiba gözüme :P)

Neyse, konumuza geri dönelim,

Titanların Savaşı, isminden de anlaşılacağı gibi Yunan mitolojisine dayanan bir Hollywood filmi. Daha fazla söyleyebileceğim bir şey de yok aslında. Çok tatmin edici değildi. Hikayeyi işleyiş biçimi vasattı ve karakterlere derinlik katılamamıştı ama bence öyle bir niyet zaten yoktu..

Avatar filminin baş karakteri Sam Worthington gene baş roldeydi ama pek bir uyuşktu bu filmde. Silik (uyuz demeke için) bir kahraman olmuştu... (yok avatar'dan bahsetmiyorum, yoksa orada da mı gene aynı duyguları uyandırdı sizde?? Aaaa??)

Peki bu filmde neyi beğendin diyecek olursanız, görsel olarak gene iyi iş çıkarmışlar. Tekrarlıyor olacağım kendimi ama : 3 boyutlu filmleri destekliyorum ben!

Bir de bayıldığım bir başka unsur -dalga geçmeyin sakın- Argos'lu askerlerin saçları oldu! Bayıldım resmen :) Çook yakışmış bence, seksi bile olmuşlar diyebilirim. Erkeklere bu saçın gideceğini hayatta tahmin etmezdim valla :))


Ama belki eteklerini çıkarsanız, mitoloji kokan sahnelerden uzağa koysanız, bir de kot ve t-shirt giydirseniz, aman ne bu saç böyle diyebilirim. Ama yok, filmde çok hoşuma gitti bu saçlar, her sahnede inceledim durdum resmen... Bunun şu sıralar saçlarımın gene kısa oluşu ve çok sıkılmamla alakası olabilir mi acaba?? Hmm?? Bilemedim.


Neyse...


Asıl sırf bu filme bir post yapmam gerektiğini düşündüğüm, bahsetmek istediğim ve gerçekten de tavsiye ettiğim film, Estonya yapımı Klass olacak

2007 yapımı bu drama beni çok rahatsız etti ve bir o kadar da etkiledi. Çok güzel işlenmiş, kamera çok güzel kullanılmış, basit ama çok çarpıcı bir film.

Konusunu tahmin etmek çok zor değil. Evet bir okul dramı, okuldaki şiddet konu alınıyor. Çok zorlayıcı ve rahatsız edici sahneler var--- UYARI!!

Ama bence çok başarılı bir film.

Tavsiye ederim kesinlikle.




Hmm, evet hala bir iki şey yazacak enerjim var :)

O zaman evde seyredilen diğer diziler hakkında yazayım biraz :

- FRINGE

Muhteşem bir dizi !!

X-files ve Lost'un yapımcılarından gene çoook sürükleyici, konu itibariyle hayalgücümüzü bilimle pekiştiren gerçekten de çok başarılı bir dizi. Karakterler çok iyi işlenmiş ve oyuncular da hakkını veriyor :)

X-files seven nesillere sesleniyorum: seyredin !!

Dizimax'te yayınlanıyor şu an.. bir göz atın derim ;)

- The Vampire Diaries

İlk seyrettiğimde, amaaan tam bir Vampires 90210 olmuş dedim (türkçe meali evimiz hollywood'danın vampir versiyonu).

Lisesli gençler, güzel pompon kızlar, yakışıklı vampirler... özetle dizi budur :)

Gene de seyrettik ve bir noktadan sonra göze çok hoş gelen 2 vampir kardeşin kapışması, kasaba halkıyla ilişkileri, bir de tabii vampir oğlan-ölümlü kız aşkı etrafında dolaşan ama gayet eğlenceli olan bir diziye dönüştü.

Eğlenceli işte.

- The Legend of the Seeker

Gene ilk bölümleri offff poffff modunda seyrettim.

Gene bol bol soyunan süper kaslı sempatik bir kahraman- Seeker işte- ve ona sadakat yemini etmiş bol göğüs dekoltesi sergileyen, Confessor dediğimiz taş hatun...

Ama belki hepimizin sevdiği hoş bir fantastik dizi haline dönüşebilir. (biz severek izliyoruz ve 2.sezonun çok daha iyi oturmuş olduğunu söyleyebilirim - ben Mort Sith Cara'ya bayıldım mesela )


Zamanında Zeyna'yı kocaman gözlerle seyreden erkek arkadaşlarımız/kocalarımızın bu sefer bizim ah be şu Richard'ı da habire soyuyorlar, üşütecek yavrucak diyerek seytretmemize şaşırmamaları gerekir ;))

Şaka bir yana, sempatik bir dizi.

Galiba Digitürk'te yayınlanıyor ama hangi kanalda olduğunu bilmiyorum...

---

Son olarak, LOST'un son bölümlerini seyrederken: "oh be, sonunda lost eski haline geri döndü" dedim. Son sezonun ilk bölümleri beni çok baymıştı, belki dizi bitince anlamlanır ama sırf seyretmek için seyrettim diyebilirim..

Neyse, lost gene lost oldu ya, artık iyi bir şekilde bitirecekler inşallah :)



Thursday, March 18, 2010

Kongo / Kamerun







Birkaç resim koymak istedim, çekmeye fırsat bulabildiklerim işte...


Her gidişin bir dönüşü vardır...



Veni Vidi Vici demek istiyorum....


Ama bir yandan da kızım abartma, ilk gün yaşadığın stresi ve beraberinde gelen bütün duyguları unutma diyor içimdeki ses... Ben kendisine acımasız olanlardanım sanırım, bazen bu davranışım bana zarar veriyor, ama olsun, en azından katetmem gereken yolu da çok iyi bilmemi sağlıyor... Daha önümde up uzuuuun bir yol var. Ama o yolda olmaktan zaten inanılmaz bir haz duyuyorum, gerisi de zaman ve tecrübeyle zaten olur ( olur dimi??)

Kinshasa'ya geri gittiğime inanamıyorum birde! Hoş, pek gezemedik ama en azından bir Kongo nehri kıyısında tur atabildik :))

Kavuran güneşi özlemişim. Şıpır şıpır terlemek pek hoş olmasa da, gene de terlemeyi üşümeye tercih ediyorum her zaman!

Kamerun'un gelişmişliği, iş forumunda çılgınca alkışlayan iş kadınlarını ve adamlarını, pazardaki esnafın hoş sohbeti, her zamanki afrika'nın içten gülüşünü görebilmek çok hoşuma gitti !

Kinshasa'yı hatırladıkça ve her iki ülkeyi kıyasladıkça gene içim sızladı! Sanki birden bire, Kongolu'ların neden resim çekmemizden hoşlanmadıklarını anlar gibi oldum...

(Kalsaydım biraz? hemen dönmeseydim... cosa cosa yeseydim... skol içseydim... )

Friday, March 12, 2010

Kinshasa la Belle



Bavulumu hazırlamakla meşgulüm şu an... Bir heyecan sardı gene beni, anlatamam!

İlk yurt dışı işim olduğu için zaten stress katsayım tavanlarda!! Bir de 6 sene sonra gelin gittiğim, çok güzel anılar toplayarak döndüğüm Kinshasa'yı tekrar görmek var ki... o da ap ayrı bir heyecan sebebi!! :)

Yeşilini, sıcağını, 32 diş gülen insanlarını, maman turquie olmayı, gök gürlediğinde bütün hücrelerimin de titremesini, Maman colonel'in muhteşem ötesi tavuğunu yerken dinlediğimiz güzel kongo şarkılarını (aşağıdaki "la femme de mon patron" her gittiğimizde dinlediğimiz şarkıydı) ,cosa cosa dedikleri enfes jumbo karideslerini, Papa Wemba'nın, Werrason'un şarkılarını, kongo'nun kıvrak danslarını, skol-tindika lokito'yu ;)

Ama en önemlisi: mutlu olmak için ne kadar aza ihtiyacımız olduğunu...






Heyecanlıyım arkadaşlar, çoook heyecanlıyım :)


Monday, March 8, 2010

nerede bu yazar?


Burada, valla burada!

Taslak halinde, başlayıp yarıda bıraktığım o kadar çok yazım var ki... şu an kendimden nefret ettim resmen!

Şöyle bir baktım yazdıklarıma, hepsi de ya çok canım sıkılmışken yazılan isyan yazısı, ya da çoook keyfili bir anımı sizinle paylaşmaya çalıştığım yazılar...

Neyse, aklımı boşuna eski yazılarla bozmadan, hemen şu an içindne geçen şeyleri sizinle paylaşmaya çalışacağım... (Oh be!! )


Mesela Ankara'da yeni keşfettiğim- ama eminim herkesin çok iyi bildiği- bir cafe var yazmak istediğim: Kitchenette.

Nasil hoş bir dekoru var anlatamam! Saatlerce oturabilir, enfes capuccino'mu yudumlayarak bütün günümü geçirebilirim orada :P (garsonların bezgin bakışları arasında)


****

Başka başka, Dante'nin dilini öğrenmeye başladım, hatta ilk kuru bitirmek üzereyim :)) Brava Aslı !! ehi ehi ;)

O kadar fena sardı ki: evde arabada, mutfakta, telefonda, yatakta, koltukta... her yerde italyanca mırıldanıyorum, ama en temel kalıplar (komedi yani)

"Benim adım aslı, 32 yaşındayım (bıdı bıdı...). Afedersiniz, iki kişilik odanız var mı, manazaralı mı? geceliği ne kadar??" Bir de abartıli bir şekilde ingilizceyi italyan aksanıyla konuşma çabaları da cabası... rezilim, rezil!! :D

Ama ama.... her yeni dil öğrenenin geçtiği süreç değil mi ki bu??? Haksız mıyım? Yoksa bende mi bir sorun var ??

Neyse, haftaya ilker de başlıyor derslere artık evde kaş göz yararak sadece italyanca konuşacağız... Yiihuuuuuuu! :D


****

İş güç deseniz, hmm?? O ayrı bir konu...

Çalıştığımda dünyalar benim oluyor, mutluluktan ayaklarım yere basmıyor resmen... ama şu telefon bir hafta hiç çalmasın, takvimi açınca önümde opsiyonlu bile bir iş günü göremesem- bir aylık dönem için mesela, karalara bürünüyorum bu sefer!!

Ondan sonra, bir telefon ya da bir e-mail geliyor, ve herşey gene toz pembe oluveriyor :))

Bu işi neden bu kadar çok sevdiğimi tekrar hatırlıyorum.. İşe gittiğimde ve o işi yaparken duyduğum hazzı yeniden yaşadığım anda dünyalar tekrar benim oluveriyor!!

Yolun çooook başındayım ve biraz fazla sabırsızım, bunun farkındayım... O yüzden dilime yapışan süper mottomu çok fena benimsemiş haldeyim: "insanlık için küçük, aslı için büyük bir adım"


****

Annemleri özledim... Ocak ayından beri annem de babamın yanında, Cezayir'de artık.. Çat kapı misafircilik oynamalarımız bitti. Ne de fena alışmışım ben anneme, sabahları beraber kahve içemeye, iki dertleşip beni motive etmesine... Çok özledim, çoook... İnşallah bu ay içinde gelecekler Türkiye'ye...


****

Bahçe'de birkaç çiçek açmaya başladı bile :) mor menekşeler var bahçe girişinde, resimlerini de çektim ama bugün yükleyemeyeceğim...

Bahar gelse de üstümüzdeki ağırlığı bir silkelenip atsak artık- ok, kendim için konuşuyorum.. fena bir "uyuz"luk bulaştı bana!! Çok şikayetçiyim bu durumdan, çooook!!!

Sırf ilham olsun, gözüm börtü böcek görsün diye aşağıda daha fazla zaman geçirmeye çalışıyorum, dışarıyı seyrederek italyanca çalışıp kahve içiyorum.. ama işe yaramıyor!!!

Tam anlamıyla dışarı atmak zorundayım kendimi!! Bu sefer de Bilkent 2'deki starbucks'a ya da yukarıda bahsettiğim Kitchenette'e (ki burası da bana baya uzak kaçıyor!!!) kendimi atmak zorunda hissediyorum... Oturup kahvemi yudumlayarak, gelen gideni seyrederek işimi yapıyorum...


****

Bir de iki kuruş kazandım ya :) Hemen harcadım hepsini!! kendime nasil kızıyorum anlatamam!! insan birazını bir kenara koyar dimi?? Roma'ya gidip Gucci'lerde, Prada'larda dolaşmayı düşünürken cebimde sıfır metelikle bulacağım kendimi!! Vitrinlerin önünde, hatta vitirne yapışmış türk kılıklı bir hatun görürseniz bilin ki o benimdir !! Her çıkanın elindeki poşete kıskanç gözlerle bakıyorsa, hiç şüphe yok.. benimdir o !! :D


****

Başka, başka.... (hazır şeytanın bacağını kırdım ya, Allah ne verdiyse yazıyorum valla!!)

Hmm?? Bu hafta sonu ilk yurt dışı işime gidiyorum. Heyecanlı ve çok mutluyum!! Tık tık tık... tahtaya vuralım, dilimizi ısıralım, totomuzu kaşıyalım :P

Dönünce yazarım, inşallah birkaç fotoğraf da çekebilirim :))



Alora, voglio prendere un caffe con i miei amici ;)

****

Aaa, bir de bana ilk defa birisi çok içten bir şekilde "abla" dedi.... buhuuuuu :'( artık o yaş grubundayım, dimi??

NAYIIIIIR!!! NOLAMAZZZZ!!!


***

ok, bitti artık:


Ciao!!!




Thursday, February 4, 2010

La Dolce Vita


"I'm so excited and I just can't hide it... I am about to lose controle and I think I like it" :))


Günün şarkısı ve günün olayı budur işte !

Rome, here we come!!!


mırıl mırıl: And I know, I know, I know, I know, I know, I know I want it..... la la !!




Friday, December 25, 2009

AVATAR




Çoooooooooooooooooooooooook güzeldi!!!!!!

Doyamadım, bitsin istemedim... Bir daha gidilecek zaten :))

Ellerine sağlık James Amca !!!

Gidin izleyin hemen!!!!



Not: Kesinlikle 3D seyredilmeli.. Hatta Ankara'daysanız Gordion'da seyredin... Hem salon rahat, hem de gözlükler ağır değil, hiç rahatsız etmiyor.

Uzatmalı Not: Film hakkında yazacak başka şeyler de var, ilk sahneden itibaren uyandırdığı duygular mesela; bu senaryo gerçek hayattaki birçok şeyi ne de güzel özetlemiş ve görsel olarak da ziyafete dönüştürmüş diye içimden geçirdim sık sık . Eminin aynı şeyler sizin de aklınıza gelecektir ( Ehlen ve sehlen sevgili Apaçi dostlar :))


Monday, November 30, 2009

Bayramda eve kapanmak...

Elde olmayan sebeplerden dolayı kendimizi bu bayram eve kapanmış halde buluverdik.

Elde olmayan sebep aslında aşı olmamız ve bende hafif ateş çıkması ve doktorun fazla öpüşmeyin, 14 günden önce bağışıklığınız oluşmayacak uyarısında bulunmasından kaynaklandı.

Neyse o halsizlik de bitti artık...

E ben de hazır yaşam enerjimi-Chi'mi yakalamışken biraz
daha fazla blogumla ilgileneyim dedim.

Dün artık iyice canım sıkıldığı için bir süredir gözümde büyüyen yemek yapma olayını da kırdım ve bütün bir öğleden sonramı yeni ama hala eksikleri olan mutfağımda geçirdim.

İlker'in yeni oyuncağı iPhone'uyla haşır neşir olması, application üstüne application indirmesi de beni biraz deli ettiği için resmen terapi oldu yemek yapmak!!

Evet kıskanıyorum!! İtiraf etmem gerkirse, herkesin elinde bir iPhone görmekten gına geldiği için ve herkesin iPhonu'yla poz kesmesi midemi bulandırığı için acaip antipatik geliyordu bana bu alet.. ama ne yalan söliim yeni oyuncağı ile biraz da ben oynayınca ağzımdan çıkan ilk cümle: "ben de istiorummmmm" oldu!! Zaten yeni bir telefona ihtiyacım vardı- bahanem de hazır :P

Neyse, mutfağa geri dönecek olursak, ilk çıkan yemek Beef Madras oldu. Valla acı acı ne de güzel oldu... Mmmmm.. :P (güzel bir basmati ya da yasemin pirinci pilavla servis edilmeli)

Madras baharat karışımı zerdeçal, kişniş, kimyon ve çili baharatlarından oluşuyor. Herkesin seveceği bir tat değil ama bence iyi bir hint yemeğine herkes bir şans tanımalı... tıpkı tay mutfağı gibi, bütün duyuları harekete geçiriyor bence :)

Bu güzel yemeğin yapılışı hazır sos olunca aslında çok kolay oluyor, tek endişe etmeniz gereken evinizin biraz köri kokacak olması!

Hazır sos dediğim artık neredeyse her marketin dünya mutfağı reyonunda bulabildiğiniz Patak's marka hazır köri karışımı.

Belki şu sıralar köri aşermemin sebebi geçenlerde gittiğimiz bir "hint" lokantasının beni fena hayal kırıklığına uğratmasıdır... O konuyu ayrıca yazacağım zaten, canım pek bir sıkıldı da o akşam.

Neyse, Beef Madras'ım pişe durarken ben bir de annemden telefonla tarifini aldığım zeytinyağlı kereviz pişirdim...

O da kesmedi, bir haftadır buzdolabında "beni kek yap" diye haykıran havuçlarımla da kek yaptım sonunda...

Dedim ya tam coştum diye... bir yandan da aklımdan çikolata parçalı kurabiye yapmak geçiyordu, o da yetmiyor gibi dolaptaki mantarlarla ev yapımı mantar çorbası yapasım da vardı.. içine biraz da aromalı mantar ekleyerek, Mmmm.... Sanırım bu yazıdan sonra mutfağa girip o çorbayı yapacağım :)


Kekin mis gibi kokusu sayesinde de İlker'i mutfağa sokabildim... En azından iki application, iki iş emaili arası bir iki laf edebildik :)


Havuçlu Kek (Gönül Candaş'ın tarifi)

-3 su bardağı ince rendelenmiş havuç (ben kalın rendeledim)
-1 su bardağı dövülmüş ceviz
-2,5 su bardağı şeker
-3 su bardağı elenmiş un
-1 su bardağı erimiş yağ
-4 yumurta
-1 tatlı kaşığı kabartma tozu
-1 paket vanilin
-2 tatlı kaşığı tarçın
-1 limon kabuğu rendesi


-ortası delik bir kek kalıbını yağlayıp unlayın
-fırını 180 dereceye getirin (turbo fırın ayarı)
-bütün malzemeleri ayarladıktan sonra önce şekeri ve yumurtaları iyice çırpın
-karışıma un hariç tüm malzemeleri ekleyip, karıştırın
-en son elenmiş unu ekleyip gene karıştırın
-kek kalıbınıza karışımı döküp 180dereceli fırında 40-50 dakika pişirin
-içinin de piştiğine emin olunca fırından çıkarıp kalıbında soğumaya bırakın

Afiyet şeker olsun!!

Neyse, iştahıma yeniden kavuştum ya sonunda, çok mutluyum çoook !!
Bundan sonra mutfakla tekrar eski ilişkime geri dönebilirim herhalde, oh be!



Saturday, November 28, 2009

Kış uykusu

Örümcek ağları sardı blogumu biliyorum.

Ama valla tıkandım kaldım... Aklıma yazacak o kadar çok şey geliyor ki aslında... ama bir oturup yazmaya kalkıştığımda ne yazarsam yazayım beğenmiyorum, siliyorum, tekrar yazıyorum sonra gene beğenmiyorum... Başını sonuna bağlamamış oluyorum, bin tane fikri aynı anda paylaşmaya kalkıştığımı fark ediyorum... En sonunda hevesim de iyice kaçmış oluyor :(

Neyse, özet geçmek gerekirse yeni evimize taşındık. Çoçukluğumun geçtiği evin yeni hali beni çok heyecanlandırıyor. Çocukken çıktığımız tepelere şimdi siteler kurulmuş... Ümitköy/Çayyolu bambaşka bir çehreye bürünmüş, ama hala özü aynı. Sıcak bir Mahalle :))

Birkaç eksik hariç- ki aslında en acil olanlarından, mesela trabzan!!- evin işleri de bitti sayılır, ki elimi kolumu en çok bağlayan konu buydu!.. Biraz daha rahat nefes almaya başladım... İlk defa hayatımda bahçe suladım. Şaşırarak bahçede hala domates olduğunu gördüm. Ama en üzücüsü, bir sene sonra hadi bilemedin 2, gene toparlanıp gidilecek ve gene aynı sıkıntılar hiç bilinmeyen yerlerde gene yaşanacak!


Bunun dışında pek bir değişiklik yok. Daha ne olsun aslında :)


Kış uykusuna girmeden bir kafamı kaldırıp iki satır yazabildim ya! Oh be!!


Bir sonraki yazılarda bahsedeceğim iki lokanta, iki tane de film olacak (bunu kendime hatırlatma niyetine yazıyorum!)





Tuesday, November 10, 2009

Lö Blokaj


YAZAMIYORUM!!


Dönüşüm Alice Harikalar diyarında misali olacak bu gidişle...



Thursday, October 22, 2009

No panic, herşey kontrol altında (?)

Kendimi soğuk kanlı bilirdim ben...

Bir şeyler ters gittiğinde en sakin kalanlardan biri hep ben olurdum. Hatta bazıları beni fazla "large" bulur ve gıcık olurlardı (bak gördün mü nazarları değdi işte!)

Ruslar "Eğer bir sorunun çözümü yoksa, ortada sorun da yoktur" derler. Bana göre benimsenebilecek en güzel yaklaşım!

Sorunun çözümü yoksa, sorun da kalmıyor demektir. Ya karma/kader vs. diyip geçeceksin, ya da psikopata bağlayıp saçlarını yolarak çözüm peşinde koşacaksın (bir diğer favori atasözünü paylaşmak için güzel bir fırsat : geçti Bor'un pazarı sür eşeği Niğde'ye ;))

Eeee?? Şimdi ne oldu ??

Çiçeği burnunda konferans çevirmeni brüksellahananız ilk anksiyete krizlerini yaşıyor!!

Sadece "O" günü düşünürken bile kalbim yerinden fırlayacak gibi oluyor, karnıma ağrılar saplanıyor!

Tam da anlayamadım aslında, çömezliğimden ötürü mü bu kadar heyecanlıyım yoksa bu sadece bir uyarı mı? Hayatımı bundan sonra anksiyete krizleriyle mi geçireceğim ??

Tiroid ilaçlarıma da ara verdim, halbuki ne güzel çarpıntı ilacı alıyordum günde 2 kere... Tam da ihtiyacım olan şey :)


Neyse, yazdım rahatladım. Oh be!!

Repeat after me: Ommmmm Ommmmmmaaaaarggggghhhhhh oooooooommmmm !!!


Wednesday, September 30, 2009

Hergele Meydanı



Tek kelimeyle: Züpppppppper !!!

Hergele Meydanı hakkında yazacaklarım var ama şu an resmen ayaklarıma kara sular inmiş durumda !! Siteler, Hergele Meydanı, Bauhaus, Koçtaş, beyaz eşya, zart mobilya, zurt mutfakçı derken öldüm bittim !!

Şimdilik yukarıdaki otopark tabelasıyla idare edeceğiz...

Söz, dönüşüm muhteşem olacak ;)

Tuesday, September 8, 2009

3 Boyutlu hoplama


Eveeet...

Gıcık bir filme gitmek istiyorsanız eğer nacizane tavsiyem:

Final Destination 4 - 3D

3boyutlu filmler gene çok popülerleşmiş galiba... son Harry Potter'ın bir kısmı 3D çekilmişti (laf aramızda en light Harry Potter filmiydi bana göre), BuzDevri3 3boyutlu bir animasyon filmi olarak çıktı ekranlara şimdi ise Final Destination'un sonuncusu kompile 3 boyutlu çekilmişşş...

Aslında severim final destination filmlerini. İyi hoplatır adamı koltuğundan. Sonrada psikopata bağlayıp bütün "görünmez" kaza ihtimallerini birden gözünün ucuyla tarıyorken bulursun kendini :)) Ama bu 3D versiyonu beni benden aldı: çok başarılı bir 3 boyutlu film olmuş. Belki çooook uzun zamandır gerilim filmi seyretmediğim için tadı damağımda kaldı bu film.

Bilemedim valla ama ben bu filmde çok gerildim, iyi tiksindim ve bol hopladım.

Hassas bünyeleri de uyaralım: kopan vücüt parçaları, dağılan organlar çok gerçekçiydi!

Uzun lafın kısası, bu tarzı seviyorsanız 3 boyutlu Final Destination 4'e bayılırsınız bence :)


Ankara'da yaşayanlar için:
bu flmi Cepa'da seyrettik biz ve 3boyutlu gözlükleri gayet kaliteliydi. Tavsiye edilir :)

Friday, September 4, 2009

Aklımın ucundakiler...

Bu yaz maalesef sadece bir haftalığına Kıbrıs'a gidebildik (deniz tatili niyetine). Uzun zamandır tatil yapmadığım için midir bilemem ama inanılmaz keyif aldım bu sene. En hoşuma giden tarafı plajda dalgaların sesi eşliğinde okuyabildiğim 3 kitap oldu. Uzun zamandır okumak istediğim Heart of Darkness'ı okudum bir solukta... Kongo'yu tekrar içimde hisseder gibi oldum. Sonra gene düşüncelere dalarak, son 5 senenin hangi arada geçtiğini anlamaya çalıştım... Anlayamadım valla.

Hava alanında bulduğumuz Gabriel Garcia Marquez'in 2 kitabını da bir çırpıda bitiriverdim (tamam tamam, kısaydılar itiraf ediyorum) ve bir kere daha benim büyük Marquez'e neden bu kadar hayran olduğumu anladım: Beni alıp çooooook uzaklara götürmesine bayılıyorum.

Hani bazı kitaplar vardır, resmen içine gömülerek okursunuz. Hatta o kadar çok kaptırırsınız ki kendinizi işi gücü bırakıp sadece kitaba verirsiniz kendinizi. Bir de sonlarına doğru, garip bir hüzün sarar insanı... Bitmesini istemezsiniz bir türlü ve o yüzden ağırdan almaya çalışırsınız ama nafile, merak işte... bir solukta bitmiştir.

Marquez'in gerçekçi ama bir o kadarda sihirli dünyasında kaybolmak benim için paha biçilmez bir zevk. Ne vizon kürklere ne de pırlanta taşlara değişmem valla :P

Hatırlarmısınız bilmem ama kısa bir zaman önce hepimizin e-postalarında dolaşan bir powerpoint sunum vardı. Size de bir yerlerden ulaşmış olması muhtemeldir. Bu powerpoint'ta yazan metin denilene göre Marquez'in yazdığı son mektubuymuş. Aslında çok güzel bir mektuptu. Ancaaaaak, Wiki'de mi okudum hatırlamıyorum ama Marquez'in bu konuda bir açıklaması vardı: "Okurlarımın benim bu kadar klişe bir mektup yazabileceğimi düşünmeleri beni çok üzdü" :))

Marquez'le ilk tanışmamın sonunda (Kolera günlerinde aşk) içimden geçen ilk düşünce: Benim Marquez'i muhakkak İspanyolca okumam lazım! Bu isteğim hala devam ediyor... Üniversitede bitirmiş olduğum İspanyolca kursunda öğrendiklerimi bir gün belki yeniden canlandırabilinir ve ben bülbül gibi
İspanyolca şakımakla yetinmem, bir de yanında Marquez'in şaheserlerini İspanyolca okuyor olurum :) Ah! ah! Wishful thinking tam da buna denir işte!

Şunu da belirtmeden edemeyeceğim, Türkçe tercümeleri de çok başarılı, tebrikler!


Dünya Marquez'siz çok tatsız olurmuş...



Brüksel Lahana'sının favorileri
- Kolera günlerinde aşk
- Yüz yıllık yanlızlık
- 12 gezici öykü
- Aşk ve diğer cinler

Wednesday, September 2, 2009

Yapım Aşamasında

Fark ettim ki, kendim için istediğim değişiklikleri blogum için de ister olmuşum.

Bir sonraki mekan değişikliğine geçmeden önce, beni sonbahar/kış sezonunda mutlu edecek bir yeni blog tasarımı arıyorum şu sıralar.

Azıcık sabırlı olalım: Sonbahar/Kış Sezonu için yapım aşamasındayız ;)

EKLEME:

Şu son günler bol bol gezdiğim birkaç sitenin adresini paylaşmazsam olmaz dimi?

- btemplates.com
- bloggerbuster.com
- mashable.com
- pyzam.com
- finalsense.com