Sunday, July 10, 2011

Villa Borghese

Roma'nın güzel yanlarından biri de nedir biliyor musunuz? Her tarafında koca koca parkların olması. Bunlardan en meşhuru ve şehir merkezinde olduğu için en kolay ulaşıma sahip olanı ise, Villa Borghese.


Borghese parkının arkasında da (Roma'daki çoğu eserin altında olduğu gibi), gene bir Papa ve gene bir Kardinal saklı :)

Zaten onlar da olmasaydı sanırım ne Rönesans Rönesans olurdu, ne de Roma Roma olurdu. Artık biz de belki sadece Antik Roma'nın kalıntıları arasında dolaşıyor durur olurduk... Ama ne muhteşem çeşmelere ne de olağanüstü heykellere, meydanlara ve binalara baka baka gözümüzün pasını alabiliyor olurduk :((   Aaa pardon, bir de Mikelanjelo'nun, Rafael'in, Da Vinci'nin ne adını, ne de sanını duymuş olurduk. Ne renksiz bir hayat olurmuş!! 

Neyse, Villa Borghese 17.inci yüzyılın başında bir üzüm bağıymış ve Papa 5.ci Paul'ün yeğeni olan Kardinal Scipione tarafından değerlendirilmiş.  Daha önce demiş miydim bilemiyorum ama bu Papa'lar o koltuğa seçilir seçilmez tüm Kardinalleri kendi aile fertleriyle değiştiriyormuş; ki bu şekilde bir sonraki Papa'yı seçecek olan Kardinaller gene aileden oluyor ve bu şekilde o dönemin en güçlü kralı/papa'sının gene aynı aileden çıkmasını garanti edebiliyorlarmışşş -Kapişşş ?? ;))  (Malesef, Borghese'lerden bir tane Papa çıkabilmiş, ama aynı mantığı güden Medici ailesinden mesela 4 Papa çıkmış!)

Koooocaman bir parantez açarak, hemen okuyucum tarafından (a.k.a. kocam :P) sonradan hatırlatılan başka bir ek bilgiyi de hemen paylaşmam lazım: NEPOTİZM kelimesi Papa'ların bu YEĞEN kayırmacı tavırlarını ("yeğenime bir iş var mı?" ;)) + biz kendi aramızda buna torpil deriz hani) ifade etmek için İtalyanca yeğen anlamına gelen nipote kelimesinden türetilmiştir!! 


Evet, ne diyordum? Hmm, Kardinal Scipione'nin canı şehir dışında, haftasonları parti verebileceği güzel bir Villa yaptırmak istemiş. Hem, yavaş yavaş biriktirmeye başladığı sanat eserlerini de eşe dosta gösterebileceği ayrı bir mekana da ihtiyaç duymaya başlamışmış :)) 



Gene küçük bir hatırlatma, bahsi geçen Kardinal, Bernini'ye kol kanat geren, genç heykeltraşın sanatını destekleyen, Vatikan için sayısız eser yapmasına vesile olan Kardinalin ta kendisi ;-) 


Efendim? Bernini kim miydi?? Hiiiii!!! Duymamış olayım bunu!! Yok, aslında ben de Roma'ya gelmeden Bernini ismini duymamıştım (bilmemek değil, öğrenmemek ayıp, di mi?!  duysaydım da herhalde Verdi'nin Italyan besteci dostu sanardım...). Şöyle söyleyim ben: Maestro Bernini (isminin üstüne tıklayabiliriz), Navona Meydanındaki Quattro Fiumi (bir tık daha) çeşmesini yapaaaan; efendime söyleyim, St.Peter's Bazilikasının sunağının üzerine duran mehşhur bronz çadırı yapaaaaan (ve yapımı için Pantheon'un bronzlarının söküp eritildiği); gene Vatikan meydanını bugünkü haline kavuşturan mimarın/heykeltraşın kendisidir.  Aaa, yok, en basit hatırlatma belki de Melekler&Şeytanlar filminde hep peşinden koşulan heykellerin sahibi demekle olacak :))) 

Gene kendimi kaptırdım ve konudan konuya atlamaya başladım. Farkındayım! Ama Roma'da bir şeyden bahsederken o kadar çok farklı kişiye, esere, mekana dokunuyorsun ki, onlardan da insan azıcık bahsetmek istiyor.. Napiimmm???




Okey, Borghese parkı 80 hectarlık bir alanı kapsıyor ve genci, yaşlısı, turisti, Romalısı, yani herkesin şehir gürültüsünden, egzos dumanından kaçmak ve huzur bulmak için geldiği kocaman bir cennet aslında. Sabahın ilk ışıklarında sportif Romalılar üzerlerine son moda spor kıyafetlerini çekip, kulaklarına da aypodlarını takıp fiyakalı fiyakalı koşmaya başlar. Yaz aylarında genci de yaşlısı da serer piknik örtüsünü ve güneşlenmeye başlar (speedo mayolusunu bile gördüm!). Hava ne kadar sıcak olursa olsun, asırlık ağaçların sağladığı doğal klima ister uyumak için olsun, ister dolaşmak, kitap okumak, bisiklete binmek, kayığa binmek gibi ve daha bir sürü bilumum aktivite için olsun (soluk aaal), gerçekten de Roma'nın en paha biçilmez vahası haline dönüşüyor (soluk veeeer). 




Meşhur Galeri Borghese Müzesi zaten yukarıda bahsettiğim Kardinal Scipione'nin kendisi için yaptırdığı villacığın ta kendisi oluyor. Henüz içini gezme fırsatını bulamadım (Evet, ayıp ettim biliyorum) Artık Kasım'a kadar gittim gittim, yoksa ömür boyu yaşayacağım başka bir pişmanlık daha olacak (ilki  3 sene Fransa'da yaşayıp her Paris'e gittiğimde "Louvre'a da başka bir zaman giderim, daha nasıl olsa burdayım" diye diye, HALA gezemediğim Louvre müzesidir!). Neyse, olur böyle şeyler işte.. yapcak bişi yok. Başka bir hayatta, başka bir zamanda gidilir artık, napalım :P

Evet, Borghese'nin içinde Galeri Borghese Müzesi, Hayvanat Bahçesi, Villa Giulia Etrüsk Müzesi, Medici Villası ve buna ek olarak bilumum cafe, restoran, bisiklet, segway kiralama yeri vs vs. var... 


Keyfine düşkün ama lojistik açıdan herzaman sınıfta kalan biri olduğum için, benim tavsiyem biraz farklı olacak:  kitabınızı, derginizi, eşinizi, dostunuzu alıp parkın içindeki Casina del Lago'yu mesken tutmanızı tavsiye edeceğim ben. Ama.... bunu sadece "dolce far niente" (ek bilgi için tıklayabiliriz) yapacaklara tavsiye ederim.  (üşenip de tıklamayanlar için "tatlı tembellik" anlamına geliyor ;))

Sportif arkadaşlar bence sonuna kadar diğer atraksiyonların keyfini çıkarsın :)) 

Bu tavsiyemin ebebini merak edenler için şöyle söyliim: bana ister doğa düşmanı diyin, ister kapitalist dünyanın yetiştirdiği en güzel tüketici örneği deyin; bir tek şey bilirim ve onu derim: Borghese'nin çimleri hayattaaaaaaaaaa Belçika'nın çimlerinin yerini tutamaz (bir gün Belçika hakkında bu kadar olumlu birşey söyleyeceğimi söyleseler hayatta inanmazdım :P) Ve Belçika'nın yemyeşil (ve ıslak) çimlerini tadan bir kişi için Borghese çimi ÇİM değildir :P Hmmmpff! 

O yüzden, ya süper minderler getirip onun üzerine yayılın ya da paşa paşa tavsiyemi dinleyip, Casina del Lago'nun uyuşuk garsonlarına rağmen, alın kitabınızı keyifli ve "rahat" bir öğleden sonra geçirin ;)))) 




Artık ben orayı mesken tuttum, evime de yakın.. beklerim :D


Foto kaynak: Farklı zamanlarda, farklı makinelerle çekilen VE wiki'den alınan fotolar.


Friday, July 8, 2011

En keyiflisinden: Pazar alışverişi :)


Aşırı sosyalleşmiş bir günün sonunda bir de yorulmadan bloga yazı yazmak..  Bazı günler kendimi bile şaşırtıyorum !! Sosyalleşmenin fazlası adamı çarpar derlerdi inanmazdım.. Yani, bişi çarptı-azcık başım da dönüyor ama güneş mi çarptı, yoksa sosyalleşmek mi bilemedim-neyse ben şu yakaladığım şevki kaçırmadan ve dikkatimi dağıtmadan hemen yazımı yazıp kaçayım :))


Bugün gene burada hava çooook sıcaktı, hatta kendimi iki kere duşa atacak kadar sıcaktı- belki size sıcak ve nem hakkında bir fikir vermiş olurum diye bu gereksiz detayı verme ihtiyacı da duydum birden (hayır, israr etmeyin size panpişlerim diye hitap edip duş öncesi fotomu da koymiciiim! :-P).






Neyse, bu sıcaktan ötürü ben gene bu sabah pazara gitmek konusunda pek bir isteksizdim..  Bir de dün kaç zamandır duty free'lerde arayıp da bulamdığım rujlarımı sonunda buldum aldım, bir de gene dün kitapçıya girdim ve kendimi kaybettim.. ve daha geçen gün süüüüper bir kırmızı çanta aldırdımkendime (pek bir güzel valla!) ;-) Hı, bir de şunu aldım, bir de bunu aldım; hatta unutmadan söliim de anlayın ruh halimi: ıvırı da aldım, zıvırı da aldım!!  İşte bu yüzden, yani aile bütçemizi çarçur etmekte üstüme olmadığı için kendimden pek memnun değilim şu günlerde :-(Ama, sevdüceğümün teşviki üzerine dayanamadım ve saat 10.30'u geçiyor olsa bile attım kendimi sokağa ve tuttum pazarın yolunu !! 





Hem İlker'in gömleğe ihtiyacı olduğu için gidip bir kaç tane- ayıptır söylemesi- designer gömlek alayım kendisine dedim :-P. Ya yok, valla çakma makma değil ! Hem nerede görülmüş bizim çakma giydiğimiz, hmmpf ?! :D - Hı, gören varsa başka... Ama yani, bir şanımız var şurada korumaya çalıştığımız, aaaa :-P


Neyse, gene erkek designer gömlekleri ve baaayan designer bikinileri talan edilmişti bile gittiğimde. Designer'dan kastettiğim Dolce&Gabana, Dior, Armani, Cavalli vs. - öyle orta karar değil yani ;- P


Fiyatlar derseniz, bikiniler 60-100 euro arası, gömlekler de 20'den başlıyor 80 Euro'ya kadar çıkıyordu. Ama kalmamıştı hiiiiiiiç bişicikler :((




 

Gömlek konusunda başarısız bir sabah olduğunu anladıktan sonra kendi kendime bir tur atıp çıkarım dedim, ama ne olduğunu bile anlayamadan, birden pazarın derinliklerine doğru ilerlemeye başladım!! Farkına bile varamadan ilker'e ve kendime birer şapka alırken buldum kendimi.  Ve artık olan olmuştu, içimdeki alışveriş canavarı bir kere uyandırılmıştı. Bundan sonra onu zaptetmem çok zordu....



Derken gereksiz plaj terliği, yemek takımıyla uyumlu renklerde gerekli peçeteler, gereksiz (kararsızım bu konuda aslında) plaj elbisesi falan fişmekan diyerek başdöndürücü bir şekilde tur üstüne tur atarkeeeeenE... nihayet tünelin sonundaki ışığı gördüm ve aTTıverdim kendimi bu kısır döngünün dışına !!!  :)) (bu acılı mücadelemde bana tezgahlarını toplamaya başlayarak yardımcı olan esnaf erbabına içten bir teşekkür etmek istiyorum :-))


Şimdiiii, sonsuza kadar sanal ortamda kayıtlı kalmasının son derece önemli olduğunu düşündüğüm bu sabahki maceramı size anlattıktan sonra hayati önem taşıyan (ama hassas bünyelere zararlı) ve çok zor edindiğim kıymetli pazar bilgilerini sizlere paylaşmayı bir borç bilirim :-D

Efendim, bu pazara biz aramızda "Ponte Milvio" pazarı diyoruz. Neden mi? Çünkü vereceğim bütün hayati bilgileri bile unutsanız, aklınızda kalacak en basit anahtar kelime ponte milvio olacaktır. İnsan başka köprüleri unutabilir ama Roma'nın Aşıklar köprüsünü unutmaz herhalde diyorum.. ama unutabilir de aslında. E artık, o kadarından da ben sorumlu olmayın lütfen :)



Şimdi orijinal adı Viale Tiziano Pazarıymış galiba.  Ulaşımı da çok kolay: Roma'ya geldiğinizde zaten heryerden edineceğiniz turistik haritadan önce Piazza del Popolo'yu bir hedefleyin. Piazza del Popolo'ya farklı toplu taşım araçlarıyla ulaşabilirsiniz. Mesela A Metro hattını kullanarak Flaminio durağında inin, indikten sonra Piazza Flaminia tabelasını izleyerek kendinizi bir an önce yer yüzüne atınız.  Çıkar çıkmaz zaten 2 Nolu tramvay durağının son durağını göreceksiniz. 2 Nolu Tramvaya binip, Viale Tiziano/Villagio Olimpico'da ineceksiniz. Zaten durağa varmadan pazarı da göreceğiniz için, kaçırma gibi bir şansınız olamaz :))

Hayati önem taşıyan ikinci bilgi ise: giderken yanınıza SU alın. Daha önceki gittiğim seferlerde bir Allahın kulu su veya içecek birşey satmıyordu. Dilimiz damağımız kurumuş, başımıza güneş geçmiş bir şekilde döndük her seferinde. Bu sefer akıl edip (e biraz zaman aldı tabii) çantama suyumu attım :)) AMA! Sanırım artık yaz olduğu için, iki tane seyyar GRANİTA satıcısı gördüm. Birincisinin yapay tatlandırıcılarını görünce alasım bile gelmedi.



İyi ki de almamışım, çünkü tam çıkarken (tramvay durağına doğru giderken yani) muhteşem ev yapımı satan granitacıdan, limonlu granitamı aldım ve serinleye serinleye, az önceki alışveriş canavarından eser kalmamış bir şekilde, nirvanaya erişerek evimin yolunu tuttum :))



MUTLU SON :)

Not: fotoğrafların yerleriyle oynarken birden bütün yazı karman çorman oldu, bunun sebebini ve çözümünü bilen biri var mıdır?

ÇOK ÖNEMLİ EK BİLGİ :-P
Fiyatlar konusunda biraz daha fikir edinmek isteyenlere susuz kalma, hararet yapma pahasına elde etmiş olduğum aşağıdaki bilgileri de hemen aktarayım : yukarıdaki plastik plaj terliği 10, şapkalar 5'er, büyük boy banyo paspası gene 5, Cavalli elbise mesela 80 (görüldü, denendi ama büyük geldiği için tadilata cesaret edilemedi), Ferre deri ayakkabı  (hayır yukarıdaki pembe ayakkabılar değil!) 65, keten elbise 10, keten pantalon 10, bikini 10-20, Tom espadriller 15, Tods mokasenler 70 Euro mesela...

Tuesday, June 28, 2011

Deli kızın günlüğü


Kılımı kıpırdatasıım yok...

Sanırım bütün işler bitince kalakaldım birden. Ne yapacağımı şaşırdım. Dışarı çıkasım hiç yok. İç sesim ama şunu söylüyor: Deli misin sen? Roma'da evde mi oturulurmuş?? Valla oturulur. Ama artık Roma'nın en güzel yerinin olduğu, yani salondaki koltuğun olduğu evde değiliz (bkz Ponte Milvio yazısı), ama olsun, gene de evde sakin sakin oturmak istiyorum. Kılımı kıpırdatmadan saatlerce boş boş dijitürk seyretmek istiyorum. Ama evde kablo, çanak hiç birşey yok ki...

Tv olmadığı için ben de kendimi kitaplara verdim. Bir solukta, hüngür hüngür ağlaya ağlaya, Uçurtma Avcısını okudum. Ama bitmesin diye de kendimi okumamaya zorladım... Bir kitabı çok sevince, bitmesini istemiyorum. Bu sefer de ağırdan almaya başlıyorum ama bu da beni krize girmiş eroinmana dönüştürüyor :-/ Yok ağzımdan salya malya akmıyor, o kadar da değil :P Ama gene de komik bi durum çünkü bu krizi atlatınca bambaşka yeni krizlere giriyorum: Bir kere o kitabı bitirip tekrar "okumaya" başladım ya,  bu sefer de okuma dozumu tutturamıyorum ben.. O kadar çok kitaba boğarım ki kendimi, yarısı heba olur. Nasıl mı? Hepsinin ilk 10-15 sayfasını okurum, içlerine kitap ayraçlarımı yerleştiririm.. Bu arada, kitap ayracımı sevmezsem, kitaptan da soğurum (evet arızalıyım)... Sonra o kitaplar arasından bir sonraki "tek soluğu" bulduysam eğer, ona dalarım. Bulamadıysam, sıradaki en iyisiyle devam ederim. Ama aklımın ucunda almak istediğim ama "abartma aslı" diyerek bıraktığım diğer kitaplar olur. Bir yandan da başlayıp beklemeye aldığım diğer kitapları da merak ederim... Bunun sonucu, bu ruh halindeyken okuduğum 2.ci ve 3.cü kitaptan pek birşey anlamam.. Hevesim kursağımda kalır ve 4.cü, 5.ci, 6.cı kitaplar da heba olur işte..

Şu an 2.ci ve 3.cü kitap arasındaki geçiş sürecindeyim.. Allah akıl fikir versin!

----

Sıkıla sıkıla iş için  ve oyumu kullanmak için Ankara'ya gittim. Seviyorum Ankara'yı ama daralıyorum her gidişimde. Sanırım yapacak birşeyiniz olmayınca insan evinde, yurdunda bile duramıyor uzun süre.

İşin güzel tarafı ilk hafta abimle birlikteydim. Çok keyifli oldu ama ben gene cadılığımı yaptım. Cadı sesimi duyunca kendim bile korktum ve utandım. Neden hep sevdiğin insanlara çekilmez suratını gösterir ki insan? Arızaların en büyüklerini eşe, anneye, kardeşe yapmaz mıyız?

Roma'dan geldiğim akşam abim beni havalimanından aldı. Bu benim için çok garip bir durum çünkü 1 senedir hayatım havalimanlarında, uçaklarda geçmeye başladı ve Havaş'a o kadar alışmışım ki, birisinin beni havalimanından alması fikir olarak bile bana çok garip geldi :))

O akşam bir de ayağımızın tozuyla bahçede mangal yaktık, oooh mis gibi :))  Gece yarısında bütün mahalleyi mangal kokusuna boğmamıza rağmen ve o saate yediğim şişler yüzünden gözüme uyku girmemiş olmasına rağen, pişman değilim :D Gene olsa, gene yaparım!

Kitaplara geri dönüyorum, sallantılı bir viraj alıyoruz, kemerlerinizi bağlayın, koltuklarınızı dik konuma getirip, masalarınızı kapatınız lütfen. Virajın sonunda konuyu azcık toparlamış olma umuduyla, birazdan görüşmek üzere :))

Yukarıda zaten söylemiş olduğum gibi, Ankara'da elimden düşürmek istemediğim, bitmesin diye de birer sayfa, ikişey sayfa okuduğum Uçurtma Avcısının verdiği hazla,  gözüm dönmüş bir şekilde attım kendimi Remzi Kitap evine... Bu seferki krizimin kurbanları: The Other Hand (Küçük Arı), A Thousand Splendid Suns (Bin muhteşem güneş), Sunset Park, Lady Chatterley's Lover (Leydi Çaterley'in sevgilisi) ve Hava Kurşun gibi Ağır...

The Other hand'e Ankara'da başladım ve geçen gün (sonunda) bitirdim...Ama dediğim oldu gene:  2.ci kitap kesmedi beni :( Eksik kaldım gene Yok, yok yanlış anlaşılmasın aman.. Çok güzel bir roman, gene gözyaşlarımı tutamadan okudum ama kesmedi beni  işte bir türlü. Tabii, bu arada, ben gene Bin Muhteşem Güneş'in ilk 40sayfasını dayanamayıp okumuştum. Ve kendimce, okuma maratonumun son kitabı olmasına karar kılmıştım.. Uçurtma Avcısıyla aynı duyguları yaşattığı için hemen okuyup bitirmek, harcamak istemiyordum açıkcası.. Şu an karasızlık içinde, bir yanda, baş ucumda Sunset Park duruyor. Diğer yanda, salonda ise Leydi Çaterley'in Sevgilisi bana göz kırpıyor. Henüz hiçbirinin içine dalmış değilim.. Biraz daha sabretmem gerek galiba. Ya da yeni bir Murakami'ye mi geçsem gene?

Utansam mı, utanmasam mı karar veremedim bir türlü ...

Ama zorla bir kitabı sonuna kadar okuyamıyorum  ki ben, izdirap çekiyorum okuyamayınca da. Yemediğimiz ve arkamızdan koşan yemekler gibi, o kitaplar da kovalıyor beni ömrüm boyunca. Nedir bu suçluluk duygusu bilemiyorum. Haklarını yemişim gibi hissediyorum, güzelliklerini göstermeleri için az sabredip, 2.ci bir şans vermemişim gibi hissediyorum. Sanki diğer çocuklardan daha yavaş koşanın yarışını sonuna kadar seyretme zahmentine girmemek gibi, o ipi göğüslerken, o muhteşem finalini yakalarken benim sıkılıp, sabırsızlanıp sırıtımı dönüp gitmem gibi... Nedir şimdi bu? Ben anlamıyorum valla.

Kafayı kitaplarla bozmuş, bu garip halet-i ruhiye içinde, Roma'da, bu sıcakta gene burnumu dışarı uzatmıyorum.

Uzattığımda ise beni eve sokabilene aşk olsun (ayrı bir konu di mi bu gene? Off, tezatlık benim göbek adım!)

Vespa'nın üzerinde sıcak rüzgarın kıyafetlerin içinden püfür püfür eserek geçmesi; güneşin sırtımdan, kollarımdan, dizlerimden süzülmesi... O iğrenç ama bir o kadar güzel arı vızıltısıyla trafiğin içinden geçmek... Ağaçların gölgeleriyle kovalamaca oynamak, sağım klasik Roma, solum rönesans mimarisi diyerek vız vız gitmek anlatılamaz bir haz işte. Beni eve sokabilene aşk olsun :))) Beni Vespa aşığı yapanlar utansın. Ne hallere düşürdüler beni?! Bu sefer de vespa vespa diye krizlere giricem. Neymiş efendim, NYC'de Vespa'ya binilmezmiş. Racon değilmiş, karizma bozulurmuş }:-(

Hmpff!!!!

----

Haziran ayı da geldi geçti, 2011'in yarısını da arkamızda bıraktık. Şaka gibi!

Suzan Miller'in Haziran ayı burç yorumunu okudum. Eee ne demişler, fala inanma, falsız kalma :))  Haziran için bomba bir ay diyordu..

Mayıs için de öyle demiştin bak, iş güç muhteşem diyordun.. Tamam kötü değildi ama muhtşem denecek kadar da değildi hani.. Yoksa ben mi bunamaya başladım.. Hatırlamıyor muyum? Muhteşem bir şey oldu mu yoksa? Bir tek hiç beklenmedik bir iş çıktı karşıma, hem de Roma'ya geldiğim gün. Bu vesileyle, Roma'da da hiç çalışmadım diyemem artık :D

----

Bir sonraki uzun soluklu ve adam akıllı blog yazımı gene Vatikan Müzesine ama bu sefer Rafael'e adayacağım..

İnşallaaaaah! Maaaaaşallah tabii...


Aslında, geçen ay yaptığımız Vatikan Müzesi turumuz hem iyi hem de felaketti. Felaket kısmı bence rehberin iyi olmamasından kaynaklandı. Herşeye rağmen iyi kısmı gene de ağır bastı. Herşeyden önce, sanatına hayran ama kendisine biraz kıl kaptığım Rafael'i sevdim mesela :) Belki de sanatıyla daha yakından tanışma fırsatım olduğu içindir,  mesela Rafael'in odalarını gezebildik bu sefer. Gerçekten de hayran kaldım!  Ağlatacak cinsten güzellikte detaylar var.. Demin resimleri düzenliyordum, ayrı bir Vatikan Müzesi dosyası yaptım. O heykeller, frescolar, tablolar.. bu yaratıcılık, bu beceri gerçekten de yetenek ötesi bir şey bence.. Allah vergisi diyoruz ya. Evet, kesinlikle başka bir dünyadan, başka bir boyuttan ödünç alınmış bir yetenek bu !!

Bekle beni blog dünyası, Rafael'in freskolarıyla dönüşüm muhteşem olacak :D

Çok Yakında!

----

Boyut demişken, Dr. WHO seyredeniniz var mı bilmiyorum ama HASTASI oldum ben dizinin. Zamanda yolculuk falan filan konusu ama çok keyifli ve çok komik bir diziymiş.. İlk bölümleri daha vasattı ama insan 2.ci sezondan itibaren sevmeye başlıyor, hele hele 3.cü sezonda felsefi konulara da el atınca daha bir heyecanla seyreder oluyor :) Mesela bir bölümde "şeytan"la tanıştık. Bilim Kurgu dizisinde Şeytanın ne işi var di mi? Valla çok da güzel yerini bulmuşlardı, aferim İngilizlere :))

----

Bu yazının başlığını yazdım yazdım sildim. Şu son satırları yazarken sonunda bunun ne olduğunu anladım: Deli Kızın Günlüğü! Havalar, bence suç havalarda! Valla! İnsanda beyin meyin kalmadı şekerim, olan zaten azcık bişiydi, o da eridi gitti :))


Ciao ciao!!!

Saturday, June 18, 2011

Karga sesli Lahanadan Haziran ayının favori ezgileri

Buraya koyduğum bütün şarkıları Tr'ye geldiğimde keşfettim (evet itiraf ediyorum, evde&arabada sürekli radyo odtü açık :P).

Geçen Big Big Bang'i mırıldanmaya çalıştım bir arkadaşıma ve bu işte pek başarılı olmadığımı anlayınca (34 sene boyunca anlamamıştım da...), ben boşuna kimseye bişiler mırıldanmayım dedim.

Şu sıralar karga&detone sesimle mırıldana durduğum aşağıdaki şarkıları kimseye eziyet etmeden en temizi blogdan paylaşmak olacak :)

İşte ilk 5'im :))

NUMERO UNO



NUMERO DUE



NUMERO TRE



NUMERO QUATTRO



NUMERO CINQUE

Sunday, May 29, 2011

Seni gidi Mikelanjelo seni....


Geçen gün kahvaltımı yaparken TV'de Melekler ve Şeytanlar filmine rastladım gene. Herhalde 4.kez seyrediyorum filmi ama gene televizyona kitledi beni. Hem Tom Hanks'i çok seviyor olmam hem de hikayenin tabii ki Roma'da/Vatikan'da geçiyor olması benim için yetiyor galiba :)) Her gidilen kilise için "bak bunu da not edeyim, Roma'ya dönünce gezeriz buraları" dememe rağmen hiç birini yazmamış olmam sizi şaşırtmaz herhalde :(

Neyse, Vatikan'da geçen sahneler (ki hatırlarsanız filmi çekmek için Vatikan'dan izin istemişlerdi ama Vatikan yetkilileri taleplerini geri çevirmişti-bu durumda Vatikan duvarlarının içindeki sahneleri gizli el kameralarıyla çekildiği söylenmişti.. ben bilmem, ben basının yalancısıyım :P).. Ne diyordum yahu? Hmm.. Evet, Vatikan sahnelerini seyrederken aklıma teee ne zamandır yazmak istediğim Michelangelo'nun Sistine Şapel'ine gizlediği mesajlar geldi. 

Vatikan'dan ve Vatikan Müzesinden, ne kadar ilgimi çekseler de hep uzak durdum. Sebebi çok basit: Saatler süren giriş kuyruğu, o kalabalık içinde, sıkış pıkış bir heykelin veya resmin önünden hızlıca ve anlam veremeden sırf "gördüm" diyerek geçmek benim için isyan sebebiydi. Sanmayın katı kuralları olan bir sanat manyağı olduğumu ama insan bir müze gezecekse, hele ki Vatikan gibi dünyanın en zengin müzelerinden birini gezecekse, bence hakkını vererek gezebilmeli.

Bu güzel girizgahtan sonraaa hikayenin başlangıç noktasına gelebildim hele şükür :P. Hikayemiz bir arkadaş grubumuzu Roma'da gezdirirken (Kasım ayıydı ve turist sezonu kapanmıştı :P), programımıza Vatikan müzesini de eklemekle başladı. Uzun araştırmalar sonucu muhteşem (ama pahalı) bir rehber bulduk kendimize. Rehberimiz Tiziana önce telefonda nasıl bir gezi istediğimizi sordu. Önceden Vatikan Müzesini gezmiş olan İlker (ama aynen yukarıda anlattığım şekilde), her salonu gezmeden ama Vatikan müzesinin en önemli eserlerini görerek ve tabii ki Sistine Şapel'ine gereken zamanı ayırarak güzel bir tur yapabileceğimizi düşündü. Haklı da çıktı :))) Tiziana Vatikan'a akredite bir rehber olduğu için duvarın içini avcunun içi gibi biliyordu gerçekten de. Bilet kuyruğuna girmeden saat 14 müydü? 15 miydi hatırlayamadım ama öğleden sonra Müzenin önünde buluşmamızı önerdi. Gerçekten de o saate hiç mi hiç kuyruk yoktu. Pahalı biletimizi alıp elimizi kolumuzu sallaya sallaya Müzemize girdiiiik...

Hakikaten müze boştu ve kararlaştırdığımız gibi "görmezsen döverler" diye tabir edebileceğimiz eserlerin önünde zamanımızı istediğimiz gibi kullanarak ve Tiziana bize her eserin hikayesini masal anlatır gibi anlatarak çok keyfili bir müze gezisi gerçekleştirdik. Akılsız Lahana fotoğraf makinesinin pilini şarj etmeyi unuttuğu için sadece bir iki resim çekebildi.. Çok içime oturdu çooook :((( (önümüzdeki Salı Vatikan Müzesine bir kere daha gidiyorum-yupiii- bu sefer bol bol fotoğraf çekme imkanım olur inşallah!) (bu sefer Vatikan'ın kendi rehberiyle gezeceğiz, bakalım nasıl olacak :))

Rafael'in devasa Transfiguration eserini  "Ooo-Aaaa-Vaaaay" diye inceleyip büyülendikten sonra emin adımlarla Sistin'e doğru ilerledik...

Dönemin en önemli iki sanatçısı (şimdilik Da Vinci'den hiç bahsetmiyorum bile) Rafael ve Mikelanjelo arasındaki rekabet Rafael'in daha tüccar kafalı olmasından ötürü kısa günün karı misali hep Rafael'e yaramışmış.. Rafael aynı anda çok sayıda sipariş alıp, çıraklarıyla birlikte seri üretim şeklinde eser üzerine eser bitiriyormuş. Hala bugün hangi eseri gerçekten de Rafael'in kendisine ait, hangisi çıraklarının elinden çıkma kimse bilemiyor. Üzerinde hemfikir olunan sadece Transfiguration adlı eseri varmış, ki bu eser için de aynen şu deniyormuş: Rafael o kadar hırs yapmış ki ustalığını kanıtlamak için (rekabetten ötürü- yoksa kimsenin ustalığına bir laf ettiği yokmuş canım :P) bütün tabloyu kendi başına yapmış... Ama bitirmeye ömrü yetmemiş :(

Rafael'den neden bahsettim?? Rafael Papa'ya, Katolik Kilisesine, Kardinallere, önde gelen soylu ailelere çok sayıda eser yapan dönemin 3 meşhurundan biri. Mikelanjelo ise aynı dönemin dediğim gibi diğer dahilerinden, aralarındaki en önemli fark ama Mikelanjelo yanlız çalışan, bir esere senelerine adayabilen, çok düşük paralara heykeller yapan ama Dehasından hiçbir zaman şüphe duyulmayan bir sanatçı.

Mikelanjelo kendisini önce heykeltraş sonra ressam ve mimar olarak görüyormuş. Sistine Şapel'inin tavanı kendisine verilmeden önce de dönemin Papa'sı Julius 2'nin bitmek bilmeyen, habire işverenin müdahalesi ve fikir değiştirmesiyle sürekli şekil değiştiren bir Mezar Anıt siparişini yapıyormuş....  Kişilik olarak zor biri diye bilinen Mikelanjelo bu işten kendini kurtaramadığı için izdirap içindeyken bu sefer rakibi Rafael'in oyununa gelip işi gücü bırakıp Sistine Chapel'in tavanına fresco (tıklayıp bilgilenelim) resim yapması emredilmişşşş...

Efendim, bizim Rafa uyanık ya, Kardinallerle de arası iyi, Vatikan'da avcunun içinde ve artık Mikelanjelo ile kapışmak da istemediği için öldürücü son darbeyi vurmak üzere Kardinallerden birinin kanına giriyor ve diyo ki: "Aaaa Sistine'in tavanını Mikelanjelo süper boyar, ona verin o işi". Çakal halbuki Mikelanjelonun hayatında daha önce HİÇ fresco çalışmamış olduğunu biliyor.. Fresco'nun F'sini bilmeyen Mikelanjelo'ya Papa'dan, Vatikan'dan, Kardinallerden gına gelmiş zaten, hem kendisi herşeyden önce heykeltraşşşşş.. Anlayacağınız Rafa bunu katakulliye getirip, bu işte kesin çuvallar diye düşündüğü Mikelanjelo'yu artık kesin bir şekilde saf dışı bırakacağına eminmiş...

Bizim Mikelanjelo gak guk diyemeden işin başına koyulmuş -sene 1508- o frescolar 6 senede bitiriyor ancak !!  Düşünsenize, 6 sene boyunca kıl olmuş bir şekilde işe gidiyorsunuz her sabah... Boynunuz iki büklüm, hayatınızda ilk defa yaptığınız, sonucunun ne olursa olsun muhakkak muhteşem olması gereken bir işte, her gün saatlarce yerden kaç metre yüksekte, her işinize karışan bir işveren için çalışıyorsunuz...

Izdıraplardan ızdırap beğen!

Neyse günümüze dönelim: Sistine Şapel'inin içinde resim çekmek ve konuşmak yasssaaah! Resim çekme yasağının sebebi küreselleşen dünyamızda tavanın restorasyonunu finanse eden japon bir firmanın (artık hangisi ben de hatırlayamadım) 20 seneliğine tavanın resimlerinin telif haklarını satın almasıymış... Yani soldaki fotoğraf gözü kara biri tarafından, makinesine el konulma pahasına çekilmiştir (ben değilim valla çeken- fotoyu aldığım internet sitesine foto kaynaklardan ulaşabilirsiniz).

Tiziana'nın anlattıklarından sonra tavanı daha bir detaylı incelerken hakikaten bazı şeyleri görmeye başladık. Mesela, esere Nuh Peygamber'den başladığını ve o karede ne kadar çok ince iş olduğunu, adeta tuvale resim çizercesine bir fresco yaptığını hemen görebiliyorsunuz... Fresco sanatında ustalaştıkça Mikelanjelo daha az detayla, tekniğe hakim bir şekilde her bir bölümü giderek daha net ve kocaman kocaman çizdiğini görebiliyorsunuz :))

Masal anlatır gibi Tiziana'nın anlattıklarını dinleye dinleye- arada bir "Silenzioooo!!" diye bağıran güvenlik görevlileri tarafından susturulsa da- önce tavanımızı inceledik ve Mikelanjelo'nun Papa Julius 2'nin oturduğu koltuğa doğru özel bir mesaj içeren fresco'yu ağzımız açık ve kikirdeyerek kafalar ağrısa bile uzun uzun inceledik:


Artık Fresco sanatında kaçıncı senesiydi bilemiyeceğim ama ustalştığı her şekilde belli olan bu güzelim bölümde (Tanrı Geceyi ve Gündüzü ayırıyor), Geceyi ayıran Tanrı'nın totosu açık ve o toto doğrudan Papa'nın oturduğu koltuğa yöneltilmişşş... Seni gidi Mikelanjelo seniiiii !!!!

Usul usul, Silenziooooo fırçamızı da yedikten sonra artık tavanı yeterince incelediğimize göre Mikelanjelo'nun ayakları geri geri gitse bile bu sefer 1537'de başladığı Sunak duvarındaki "Son Yargılama" frescosuna yöneldik.

İlker'in dediğine göre çok şanslıydık çünkü kendisi ilk geldiğinde konserveye sıkıştırılmış sardunyalar gibi dizilmiş bir şekilde kafalar tavana baka baka, ite kaka girip, ite kaka çıkmışlar. Oysa bu sefer, sanki Şapel'i kapattırmışcasına, her açıdan rahat rahat inceledik bütün şapel duvarlarını... Ferah, ferah oooh  :)))




Son Yargılama da gene bir 5 mi 6 mı tam emin değilim ama epey zamanını almış Mikelanjelo ustanın. Bir de o dönemin Kardinallerinden biri o kadar meraklıymış ki, habire çalışmasını bölüp ne çizmiş, neler yapmış hesap soruyor ve göstermesini istiyormuş.. Bizim Mikelanjelo akıllı, komple duvarı örtmüş ve eseri bitirene kadar kimselere göstermemiş.. Tabii eser bitip görücüye çıkınca kıyamet kopmuş :))

Mikelanjelo frescoda Hz.İsa'dan başlamak üzere bütün Azizleri çıplak çizmiş meğersem (Hz.Meryem hariç). Skandal!! Vatikan'da, Katolik Dünyasının kalbinde böyle bir "Blasphemy" olamazzz !!!

Bununla da yetinmeyip, Hz. İsa'yı Antik Yunan Heykeli Belvedere'li Apollo'dan ilham alarak resmetmiş- Skandal!

Bununla da yetinmeyip, her Aziz'in dini için nasıl şehit edildiğini çizdiği bu fresco'da derisi yüzülerek şehit edilen Aziz Bartalomeo'nun elinde tuttuğu deriye kendi yüzünü çizmiş-Skandal!! (artık nasıl bir illalah dediğini siz anlayın!)

Bununla da yetinmeyip, Cehennemdeki zebanilerden birini eşek kulaklı Kardinal Cesena olarak çizmiş (hani şu her işe burnunu sokan meraklı Kardinal :P)- Skandal!!

Katolik Kilisesi ilerleyen senelerde bütün çıplaklığı örtecek şekilde Mikelanjelonun Sunak Frescosunun üstünden geçmiş. Bugün restore edilmesine rağmen, hala örtülü şekli muhafaza ediliyor.


Eveeeeeet, geldik bir hikayenin daha sonuna... (saat oldu sabahın 3'ü!)

Bir sonraki bölümümüzde umarım yeni hikayelerle gene hep birlikte öğrenip, öğrenirken de hep birlikte eğleneceğiz :))



Kaynaklar:
Sistine kaynak
Nuh detay kaynak
Gerisi Wikipedia

Saturday, May 14, 2011

Ponte Milvio




Geçen Cuma  Ponte Milvio civarında bir Pazar'a gittim.. Çok keyifli oluyor Roma'nın pazarları. Vakit bulursanız muhakkak bir pazara gidin derim. Pazar dediğime bakmayın; sebze, meyve, çiçek, peynir, balık gibi geleneksel ürünlerin yanı sıra bir de çeşit çeşit elbise, ayakkabı, el işi, proselen, çarşaf, perde, makyaj ürünleri... yani aklınıza ne gelirse bulabilirsiniz  !!!! (bir fikir vermesi açısından: ayakkabıların yarısı Çin işi, diğer yarısı da bilindik İtalyan markaları, bazen de dolce&gabana vs. de buluyorsunuz ;))

Belki bu pazarlar hakkında daha detaylı yazmam gerekecek çünkü ben yeni keşfetmeye başladım bu olayı ve tam anlamıyla hastası oldum. Çok keyifli ve çok hesaplı!!! 

Neyse, biz köprümüze geri dönelim. Ponte Milvio'yu daha önce duymuştum: Aşıklar Köprüsü demişlerdi. Hı, pek bir hoş demiştim ben de fazla üstünde durmadan... Ama aklıma düştü bir kere ve Pazar günü- züüüüüüper bir doğum günü geçirdikten sonra- havanın da güzel olmasıyla İlker'i Ponte Milvio'ya gitmeye ikna ettim. İkna ettim diyorum çünkü, Roma'nın en güzel yeri neresi diye bir konu açılınca bana verdiği cevap aynen şuydu: "Salondaki Kanepe Roma'nın en güzel yeri" :D 

Bir de şunu belirtmem gerek bu Pazar Roma'ya 3 milyon kişi akın etmiş diye duyduk.... St.Peter's meydanında 1.5 milyon kişi toplanmış! Neden mi? Papa Jean Paul 2 Kutsanmış kişi ilan edildi de ondan (Azizlik mertebesindeki ilk adım). Beatifikasyonu için 3 gün 3 gece şehrin çeşitli yerlerinde kutlamalar yapıldı, konserler verildi, her meydana bir dev ekran yerleştirildi (Vatikan'dan canlı yayın yapıldı-akşama doğruda Janpol'un hayatından kareler yayınladılar). Her sokak lambasına Jean Paul 2'nin meşhur sözlerinin yazdığı pankartlar asıldı.. Sırtlarında kamp malezemeleri 10ar, 20şer kişilik gruplar, başta kendi ülkelerinin bayrağını taşıyan arkadaşlarının arkasında Roma sokaklarında geziyorlardı.... Resim çekmek çok istedim ama hep motor sırtında olduğum için ve önceden düşünüp makinemi elime almadığım için elim boş, kuru kuru yazmaktan başka bir seçeneğim yok malesef. Ama eminim siz gözünüzde canlandırmışınızdır :))----- Yani bütün bu curcunaya rağmen, Roma'nın en güzel yerini terk edip şımarık doğum günü çocuğu karısını bir de Ponte Milvio'ya götürdü-- lütfen kayıtlara geçelim bu detayı  :))

Ahhh, Ponte Milvio.. Ahh, güzeller güzeli Roma :)))

Akşamüstü çıktığımız için kalabalık azalmıştı ve bomboş sokaklarda Roma'nın kuzeyine, Flaminio bölgesine motorla gitmek nasıl güzel geldi anlatamam.. Hayatımda özleyeceğim şeyler arasında ilk 5'e kesin Roma&Vespa giriyor !!

Vrrnn Vrnnn!! Dolana dolana, Tiber nehri boyunca az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik ve sonunda Ponte Milvio köprümüze ulaştık. Benim tabii son zamanlarda sık sık olduğu gibi gene sağ bacağım uyuşmuştu acızık (!?). Biraz acı çektikten sonra gene bütün hislerime kavuşarak köprünün üzerine geçtik.

Ben daha kalabalık olmasını bekliyordum açıkcası ama bence tam kıvamındaydı. Toplasan 2 elin parmağını geçmeyecek sayıda çift, köprüde sarılmış manzara seyrediyor ya da fotoğraf çekiyorlardı. Bir grup genç kız köprüde oturmuş aperitif birşeyler içiyordu.. Gözüm takıldı desem yalan olmaz. Çok fena özendim ve bir dahaki gidişimde aynen ben de aperitif saatinde içkimi Ponte Milvio'nun üstüne, manzarayı seyrederek yudumlamak istiyorum (e yanımda da sevdiceğim de olsa fena olmaz hani :P)

Ponte Milvio'nun olayı nedir diye eminim herkes meak ediyordur.. Benim ilk duyduğum Roma'nın "aşıklar köprüsü" olmasıydı. Sanırım gene anlatan kişi aynı hikaye bir de şunu söylemişti: sevgililer aşklarını sonsuz kılmak için köprünün lambalarına kilit bağlayıp anahtarını da Tİber nehrine fırlatıyorlamış...

Biraz araştırınca, aslında bu geleneğin çok yeni olduğunu öğrendim (wikipedia'nın yalancısıyım.. yanlışım varsa onun suçu :P). Şu an ismini unuttum ama meşhur bir İtalyan yazar çok sevilen bir romanında kullanmış bu fikri, sonra da o romanın filmi çekilmiş ve gençler arasında çok tutulmuş. O günden itibaren bu inanış adeta gelenek haline gelmiş, hatta ilk kilitlerin zincirlendiği orijinal sokak lambası ağırlığı daha fazla kaldıramayıp devrilmiş. Artık lambalara zincir ve kilit vurmak yasak. Onun yerine köprünün üzerindeki metal direklerin her yerini yosun gibi kaplayan kilitler görebilirsiniz :))


Bol bol resim çekip, huzur içinde manzaranın, akşam güneşinin keyfini biraz çıkardıktan sonra köprünün öbür tarafına geçtik. VEeee kızların elindeki içkilerin kaynağını keşfettik bu sayede :)) Köprünün hemen diğer tarafında çok hoş bir büfe var. Birileri plastik sandalyelerde oturmuş içkilerini yudumluyor, diğerleri ayak üstü elde içki laklak ediyor, bir kısım çoluklu çocuklu gelmiş herkes birilerine laf yetiştiriyor.... birkaç tane de şanslı vardı aralarda, onlar erken gelip plastik masaları kapmışlar :))

Önce biraz dolaşalım sonra birşeyler içeriz diyerek, nehrin diğer yakasında nehir boyunca yürümeye başladık. Antika pazarının tam toplanma saatine denk geldiğimizi fark ettik. Her pazar, Ponte Milvio'nun civarında diğer tarafta nehir boyunca meğersem antika pazarı kurulurmuş.. Meraklısına duyurulur.. Sırf gezmek için bile gidilir bence :))

Salına salına, birkaç da mini sinek yuta yuta (koloni haline uçan mini sinekler?!) nehir boyunca bir tur attık ve köprümüze geri döndük.. Bu sefer de abartmıyorum, resmen fotoğrafçı bir gençle oyun oynayan serseri bir martıya daldık. Nasıl da poz veriyor anlatamam size.. Pike dalıyor vzzzzz, sonra gidiyor köprünün diğer ucuna konuyor. Gözüne elinde kocaman profesyonel fotoğraf makinesi olan çocuğu kestirmiş belli.. Vzzzzz gene bir pike ve her seferinde, abartmıyorum çocuğun objektifinin tam önünden geçiyor :))  Biz de denedik bir iki kare yakalamayı ama eldeki "uyduruk" aparatlar malesef çok başarısız oldu.. hakkını veremedi hareket halindeki bu güzel hayvanın :((

Farkına varmadan saati dokuz etmiştik, daha yemek bile yemediğimizi fark edince artık ayrılma vakti geldi dedik...

Bence bir pazar günü,özellikle akşama doğru gidilesi bir yermiş Ponte Milvio. Önce antika pazarı gezmek, sonra birer kokteyl alıp, köprünün üzerine oturup manzarının keyfini çıkarmak benim Roma'dan ayrılmadan kesin yapacaklarım arasına girdi bile :))


Ci vediamo :))


Lahana notu: bu yazıyı 2 Mayıs'ta yazmıştım ama bir türlü bloga koyamadım... Mi dispiace

Thursday, April 21, 2011

Dersimiz Sansür...


Buyrun, bari bir faydamız dokunsun BÜYÜKLERİMİZE.... Siz zahmet etmeein, ben Amazon.com'dan sipariş eder bir de güzel tercümesini yaparım. En kısa zamanda kitaçılarda "best seller" rafında yerini de alır... 

Okullarda da müfredata alırız, bundan sonra da usulüne göre yaparız herşeyi... kimse de dırdır etmez işte.


Thursday, March 24, 2011

Volvere !




volvere a encontrame con vosotros

volvere a sonreir en la mañana
volvere con lagrima en los ojo
mirar al cielo y dar las gracias






Aslında hayatım tezatlıklarla dolu.


Çocukluğumdan beri 2 veya 4 senede bir memleket/ev/okul/arkadaş değiştirdim durdum...Arkadaşlarımdan ayrılmak çok zor oluyordu. Nefret ediyordum bu ayrılıklardan. Ev ve mekan değişikliği ama çok hoşuma giderdi. Yeni bir ev, yeni bir oda, yeni bir mahalle  çok heyecan vericiydi.  

Aradan 30 sene geçti, dönüm noktaları yaşandı, hayatla ilgili karalar alındı ama nedense ben gene kendimi bu göçebe hayatın içine atıverdim.. Mazoşit miyim yoksa genlerin bir cilvesi midir bu? 

Bakmayın ama hala nefret ediyorum ayrılıklardan. Aynı aksilik, hala mekan değiştirdikçe mutlu olmaya devam ediyorum ama! 

Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu derler adama! Biri olmadan, diğeri olmaz ki? E sen buna hala alışamadın mı? diye de sorarlar. Ya da en basiti: zorun neydi kardeşim?? O kadar dırdır edeceğine o zaman otur oturduğun yerde!

Dır dır etmene rağmen, seviyorsun bu hayatı, kabul et... Evet, ediyorum.  Sevdiceğimle bir orada bir burada kamp kura kura, hayat akıp gidiyordu, tek derdimiz ailemizden, dostlarımızdan uzak olmaktı... Ama ben bununla yetinir miyim?? Ben ne yaptım, hayatıma renk gelsin diye (işe döndüğüm anda, bu yazdığımı inkar ederim haberiniz ola- bu kadar da dansözümdür ahahaha :P), benim de elim iş tutar demek için, gittim iş edinmekle yetinmedim, bir de üstüne en hareketlilerinden birine talip oldum! Valla aklımı peynir ekmekle mi yedim ben?? Sıcacık evinde, yediğin önünde, yemediğin arkanda. Kırmızı ojelerini sürüp briç partilerine gitmek varken (bu da bayıldığım bir klişe!), ne zorum vardı benim? Her ayrılık yaklaştıkça, ciddi ciddi kendime soruyorum. Zorum ne benim? 

Roma'dan ayrılıp iş için Türkiye'ye dönmem gerekiyor ya.. Gene dırdırlarıma başladım. Ggene ayrılıklardan ne kadar nefret ettiğimi hatırladım! Hayatımda aldığım kararlara anlam bulmaya çalışıyorum, neden? Hele bu ayrılık bir aya yakın belki de daha uzun süreceği için çok acıtıyor canımı. Herşeye isyan eder duruma geliyorum! Zorun ne kardeşim, bişeyi sevmezsen yapmazsın. Bu kadar basit değil midir olay?? (bunları dedikten sonra da nankör kedi gibi hissediyorum kendimi).

Bir de utanmadan şunu diyordum ya:  Rüyaların gerçek olduğu ülke'ye, o çılgın NYC'ye taşınınca, ben mesleğimden vazgeçmeyeceğim... Gidip gelirim ayol, ne var ki bunda?  Gerekirse 3 ay orda, 3 ay Türkiye'de kalırım... Hmmpf!! İnanmıştım da söylediklerime, ciddiyim!


Yok kardeşim, o kadar da kolay değilmiş! Hele bu ayrılık çok daha farklı bir ayrılıkmış... İnsanın 2 ayrı evi olması, iki evinin de yuvası olduğu anlamına gelmiyormuş. İşinin olduğu yer yuvanla aynı yerde değilse hele... buyur seç beğen al ayrılık acılarından bir demet. Yuva dediğin sıcacıktır. Akşam gününü anlattığın, derdini paylaştığın yerdir. Mutluluklarını paylaşıp, 10 misline çıkartan yerdir orası. Canını acıtan birşey olursa, kuvvet bulacağın yerdir, destek alacağın yerdir. Uykuya huzurla dalmanı sağlayan yerdir yuva. 

(Yuva ve dostluk aslında ne kadar da birbirine benziyormuş benim için.. Hmm??) 

Hani nerde şimdi o : "Kariyer de yaparım, çocuk da yaparım"lar?? Önce birini becer, sonra diğerine sulanırsın!! Tısssss... Valla tısladım. 

Nefret ediyorum ayrılıklardan!!! (burada kaşları çatık, kollarını göğsüne kapamış, kafasını bir o yana bir bu yana sallayan japon çizgi karakteri bir minik kızı canlandırıyoruz gözümüzde)

- Önce sürekli arkadaşlarından ayrılırsın... Nefret etsen bile alışırsın ve bir süre mektuplaşırsın (çok pis mektup yazardım var ya, her hafta 10 sayfalık mektuplar yazardım arkadaşlarıma, kuzenlerime.. hey gidi günler, hey!)
- Sonra büyürsün, okumaya uzaklara gidersin. Bu sefer genç kızken habire kavga ettiğin anneni, babanı, abini çok özlersin. Burnunda tüterler, gene sayfalarca mektuplar yazarsın her hafta. 
- Sonra evlenirsin, haydaaa kompile mekan değişikliği! Artık mektupların yerine emailler alır. Arkadaşların da dünyanın dört bir yerine serpilmiştir, ailen de uzaklardadır.. Evdeki yabancıya alışmaya çalışırsın :D Zordur, zor..
-Sonra, kendini bulmana yardımcı olan meslek için bu sefer tam da alıştığın, birlikte yuva kurduğun kişiden ayrı kalırsın. Ama şanlısındır, ailen artık sabitlenmiştir :) Fakat dostlarından geriye kimse kalmamıştır... gene bir yanlızlık, gene bir uzaklık... 
- Yuvanın mekanı değişir, senin ise 2'ye bölünmen gerekir, kendini bulduğun o işin cilvesini görmeye başlarsın... Ailen bir yerde, kocan başka bir yerde, dostların desen, yarısı uzaklarda, bir kaçı yanında ama hayat o kadar yorar ki adamı, birbirinize vakit ayıramazsınız... 

Ben istemez miydim, anaokulundan beri tanıdığm arkadaşlarımla aynı şehirde olmak, ailemin bir koşu uzaklıkta olmalarını?  Yuvayı yuva yapan ruh eşimle aynı çatının altında olmak?? İstemez miyim, hı?? Hııırk !! (burun çekme efekti)


sessizlik.... 


Pek bir acıklı oldu yahu. Burnumun direği sızlladı yazarken... Buhuuuu :'-( Bir yandan da  içindeki mantıklı Aslı şunu fısıldadı durdu: "Kızım amma nankörlük ediyorsun. Oturup şükredeceğine, acıların çocuğu moduna girdin. Küçük Emrah kaşlarından kurtul! Derin bir nefes al ve kalk.. Ayrılık dediğin bu sepeblerden ötürü olsun, Dert ettiğin şeylere bak!!!"


Neyse, müziğimizi dinleyelim neşelenelim. Bana enerji veriyor bu şarkı :)

Not: Volvere ispanyolca döneceğim anlamına geliyor.. 




Monday, February 28, 2011

Yalaaaan söylüyorsun, yalan!

Önce Cem Yılmaz'ın aşağıdaki skeçini seyredelim lütfen.



Seviyorum ben bu adamın mizah anlayışını :) O kadar çok seviyorum ki, yaptığı espirileri bile fil hafızamın bir köşesine kazıyorum. Sonra da söylediklerini kanıtlanmış, şüphe götürmeyen somut verilermişcesine bir güzel kabülleniyorum. Ciddi bir sıkıntı yaratabiliyor tabii bu durum... Nasıl mı? Buyrun anlatayım, rezilliğime hep beraber gülelim (Çok gülmeyin haaaa, darılırım yoksa. Ciddiyim!) :P


I.PERDE

Kadın çok sevdiği biricik kocasını bir hafta önce Roma'ya yollamış. Kendisi üzülerek Ankara'da kalmak zorunda kalmış. Uyuz ve sıkıcı bir akşamında faydalı bir iş yapmaya karar vermiş - Gecenin bir vaktinde, can sıkıntısından girişteki aynanın önünü temizlemeye kalkışmış.  O kadar çok ıvır zıvır varmış ki: bozuk para mı ararsınız, buruşturulmuş fişler mi, notlar, faturalar mı, yoksa göz damlaları mı siz karar verin... Kadıncağız, saklanması gereken fişler ve faturalar güme gitmesin diye tek tek, bir güzel ayıklamaya koyulmuş aynanın önündeki ıvır zıvırları. Güzel güzel ayıklarken, değişik bir makbuz geçivermiş eline. Kadın şaşırmış :


"Cica Cica Boom-  Night CLub, Floor Shows, Lap Dancers" ?????  40 Euro ????  

- Ulan Adam... Gidecektin de bana niye söylemedin?? Hem niye bensiz gittin ki?? Aşk olsun yaaa, niye söylemiyorsun gittiğini??? :((( 

Kadının gözü yavaştan seğirmeye başlar, dzzzt dzzzt diye arıza sesleri çıkmaya başlar beyninin bilumum köşelerinden.... 


II. PERDE

 Karı koca Facebook'tan çetleşirler : 

- Amore mio?? Sen hangi arada derede gittin striptize? Hem bana niye söylemedin? Bekleseydin birlikte giderdik? 40 euroluk makbuzu bulmasam söylemiyeceksin? Lapdance makbuzu mu bu? 

- Ne makbuzu? Ne lapdance'i????

- Ahaha :)) Unuttun söylemeyi, di miii?? Şimdi de kafanı toparlayıp, işin içinden çıkmak için zaman kazanmaya çalışıyorsun.. Hadi ordan, hadiii :)) Yeme beni :) Soruya soruyla cevap verme İlker. Valla tam Cem Yılmaz skeçine döndün, haberin olsun :))) Ahahaha :))

- Ya valla ne makbuzu, anlamadım. Hem lapdance makbuzu mu olurmuş?? Neden bahsediyorsun anlamıyorum. Fotoğrafını çekip yollasana, vardır elbet mantıklı bir açıklaması.

- İlker.. (kocaya isimle hitap etmeye başladı mı kadın bilin ki havada gerginlik var) İlker, bak gerçekten de gittiğin için kızmıyorum. Sadece bana neden söylemedin onu anlamıyorum. Ona bozuldum ben :(( Sen böyle uzattıkça da canım sıkılıyor, haberin olsun... 

- Aşkım, ben seninle herşeyi paylaşıyorum! Bunu niye saklayım ki?? Valla vardır mantıklı bir açıklaması. Fotosunu yollasana harbiden. 

- İlker, lütfen yeme beni. Kocaman bir makbuz işte! Hem tepesinde hem sağ alt köşesinde kocaman "Cica Cica Booom- Night Club, Floor Shows, Lap dancers" yazıyor. 40 euroluk makbuz kesmişler işte... 11 Aralık'ta kesmişler... Percorso yazıyor ortada.. (kadının iç sesi: Ööö..) Sağda üstte Taxi no'su yazıyor, öööö.... (iç ses: Aboooo!)

- Ne oldu?

- Hmmm, yok bişi... (iç ses: rezilsin Aslı, rezil !! Nasıl kaçar gözünden şu koskoca yazı ?!)

- Ya, 11 Aralık diyorsun da... Sen o tarihte Roma'da değil miydin? 

- Evet.. o gün Ankara'ya uçtmuştum. (kadının yüz kıpkırmızıdır, başından aşağı kaynar sular akar bir yandan da patlatacak kahkahayı ama nasıl tutuyor kendini utancından). 

- Ne oldu? Yolladın mı fotoyu?

- Hı, hı. Yolladım, yolladım.. Hmmm.. Öööö.... Aşkım?? Bu makbuz şeymiş galiba, şey... Bu makbuz benim Roma-Fiumicino havalimanı için taksi makbuzum....muş...galiba...  Dikkatli okumamışım da.  Ehe ehe ehe :)) Kem Küm, ihi ihi :)) Ama olur mu yaa?!?  Heryerinde Cica Cica Boom yazan taksi makbuzu mu olurmuş??? Koskoca stirptiz yazıyor sağında solunda! Hayret bişi!!! Hmppf !!! (Çevir kazı yanmasın) Ooof yaaa, çok salağım, çook! Koskoca percorso yazıyor ortada onu bile okumamışım !! Oofff  (percorso: yol)

- Muhahahahahaha :)))))))))))))) GZ!!! Dedim ben sana, vardır mantıklı bir açıklaması diye... Muahhahaah :))))

- Yaaaa :(((( Ama, ama... Sen birden kıvırtmaya başkayınca gözümün önüne direk Cem Yılmaz'ın skeçi geldi. Bak nasıl da kıvırıyor dedim içimden, napiiim??? Ehi ehi... Kem Küm :-/ Oooof, çok kıl oldum bak şimdi kendime !!! :(( 

- Muahahahaha :)))))) Alemsin Kadın!!!


ve Perde kapanır... 


Saturday, February 19, 2011

...

Bir insan kendi hayatına nasıl kıyabilir? Nedir bu ölümcül isyana getirebilecek nokta? Kim veya neler buna sebep olabilir? Ne kadar kararabilir gencecik  bir insanın gözü, kendi elleriyle kendi hayatını söndürmeye yetmesi için? Anlamıyorum diyeceğim. Ama doğru olmayacak, anlıyorum... Aynı yollardan geçtik, aynı havayı soluduk, aynı sıkıntıları çektik diyeceğim ama aynı olamaz yaşanan sıkıntılar, o sıkıntılar hele gencecik bir insanın ölümüne neden olduysa.... Avaz avaz bağırmak geliyor içimden, kelimeler düğümleniyor, sesim çıkmıyor... Yeryüzünde cennet olabilecek  bir ülkede neden ve nasıl birden herşey cehenneme dönüşebiliyor?? O silah bizim evimizdeydi, o koltukta benim eşim de oturdu...


 Mekanın Cennet olsun Osman Tuncel...

Monday, February 7, 2011

Tiramisu Krallığı !

Tiramisu'nun Kral ilan edildiği bir mekandan bahsetmek istiyorum bu akşam ;-)

Sanırım çok meşhur bir yer ama biz her zamanki gibi herşeyi çooook geç öğreniyoruz, keşfediyoruz... Olsun, havalar ısınınca artık yapacak/gidecek bir sürü yeni yerimiz oldu :)))

Havalar ısınınca diyorum da, şu birkaç gün Roma gene ilkbaharı getirdi: 18C dereceydi bugün. Yarın gene aynısı bekleniyor.. Bütün hafta güneşli ve sıcak geçecekmiş. Kara kış yaşayanlardan özür diliyorum :D

Neyse, ne diyordum? Evet, tiramisu!

Roma'ya turist olarak gelenler genelde centro storico'dan ve Vatikan'dan fazla uzağa ayrılmazlar. E normal aslında, ilk haftalar biz de öyleydik. Ama evimiz Roma'nın diğer ucunda olduğu için, mecburen önce yakın çevremizi, sonra scooter'la kaybola kaybola farklı yerleri de azcık keşfettik. Sonuç olarak, şu bir gerçek: Roma'nın merkezinden biraz uzaklaşınca tatlar, kokular, suratlar ve dokular birden farklılaşmaya başlıyor:) Roma'nın içinde binlerce Roma varmış da bizim haberimiz yokmuş ! Bu farklı Roma'ları biz de yavaş yavaş, sindire sindire keşfediyoruz ve nasıl keyifleniyoruz anlatamam!!


Neyse, lafı çok uzatmadan tiramisularıma geri döneyim ben.

Gidilmesi gereken bu mekan San Giovanni mahallesinde bulunuyor. Burası centro storico'nun dışında olabilir ama en güzeli  A metro hattı üzerindeki Re di Roma durağının dibinde olması :)

Bir de San Giovanni mahallesi için şöyle diyorlar: Roma'nın nabzı orada atar !! Gidip uzun uzadıya nabız tutamadık daha ama bence doğru demişler! Kalabalık, cıvıl cıvıl ve "yerel" bir mahalle.  Belki kıyaslama yapmak çok doğru olmayacak ama bize Ankara'da Bahçelievleri andırdı biraz, ruhen en azından :)

İşte bu mahalle'de Roma'lıların akın akın gittiği POMPİ'yi, Tiramisu krallığın keşfettik :))

( Not düşmem gereken bir husus var, benim işte Tiramisu budur dediğim şimdiye kadar bir tek tiramisu oldu, o da sevgili İtalyan arkadaşımız Francesca'nın bize tattırdığı Tiramisu idi. Tarifini buraya yazmıştım.)


Pompi'nin kapısında her zamanki mazara: gençler bir köşede toplanmış sohbet ediyor. İçerisi kalabalık, Arka salonda bir de Dj var müzikten sorumlu. Akşam üstü uğradığımız için, Happy hour'a yönelik "aperitif" köşesi hazırlanmış: içkiler ve atıştırmalık yiyecekler. Bar kısmında, ayakata kahve içmek yerine bu sefer hapur hupur tiramisu yiyenler var. Gözüme arka salona geçerken, duvarda yazan bir not takıldı : "Bar'dan sipariş verdiğiniz tiramisu size masaya oturma hakkı vermiyor" :P Eee masada oturmak için ekstra para ödüyoruz, bir zahmet herkes oturmasın di mi ama? :P


Francesca'nın Tiramisu'sundan sonra en güzel 2. tiramisu budur bence. Kuzey ekolü müdür nedir, bilemiyorun işin sırrını... Ama güneye indikçe tiramisular bozuluyor, benden söylemesi :))

Turist kalabalığından uzaklaşıp, Romalı vatandaşların Tiramisu için özellikle geldikleri bu yere bence zaman ayırıp bir göz atın.

Hadi tiramisu sevmiyorsunuz, o zaman dükkanlar için gidin San Giovanni'ye ;)) Daha ucuza alışveriş yapmak çok daha keyifli olmaz mı? Yorulunca ayak üstü bir de dilim pizza yersiniz mis gibi, insan başka ne ister ki?


Haydin Arrivederci !